Başlıktaki sorunun en sert, en sarsıcı cevabını geçenlerde Bodrum'da gördük.
Yirmi yıl önce Bodrum'a yerleşen bir İngiliz on iki yıldır baktığı köpeğini ortalık yerde kafasına tahta ve kürekle vura vura öldürdü.
Köpeğine yıllarca birlikte baktıkları veterinerin yaklaşmasına bile izin vermedi.
Sırf köpek artık yaşlandı diye...
43 yaşındaki İngiliz kendini savunurken de yaptığının çok normal olduğunu söyledi. "Zaten ölecekti. Nasıl öldüğünün ne önemi var?" dedi; "her gün onlarca insan ölüyor, sesinizi çıkartıyor musunuz?"
Diyeceksiniz ki, adam hasta!
Öyle olsun.
Demek ki, neymiş? Bu "şirin sahil kasabaları"na yerleşince insan kendiliğinden şirinleşmiyor, hastalıkları iyileşmiyormuş...
Meselenin hepimizle ilgili tarafına gelirsek...
Büyük kentler boğuyor bizi...
İnsan yanlarımızı törpülüyor, mekanikleştiriyor, mecburiyetlerimize mahkûm ediyor, belki eğlendiriyor ama neşelendirmiyor.
İşte o zaman kaçmak istiyoruz.
En çok da bir sahil kasabasına...
Ya gerçekten emekli olunca ya da kent hayatından bir biçimde "emekliye ayrılma" fırsatını bulunca, oralarda bir meşgale arıyoruz.
Yazları kalabalıkla neşelenmek, kışları sükûnet içinde kafa dinlemek ne hoş olur diye düşünüyoruz.
Bir sabah birdenbire daha iyi, daha güzel, daha müşfik bir insan olarak uyanacağımızı hayal ediyoruz.
Fakat kendimizden kaçabilir miyiz? Hoyratlıklarımızı, hırslarımızı, nefretlerimizi, aşağılık yanlarımızı, hastalıklarımızı arkada bırakıp üzerine kapıyı kapatmak mümkün mü?
Hayır!
Bunun olacağını iddia edenler ya yalan söylüyorlar ya da çok saflar.
Ben size daha beterini söyleyeyim...
Bazen gözlerimi kaçırmaya çalışarak gözlemlemek zorunda kaldığım şeyi...
Büyük kentlerden böyle kasabalara yerleşenlerin önemli bir bölümü gün geliyor, kendilerini "posa" gibi hissetmeye başlıyorlar.
Hele yaz gelip geçtikten sonra...
Hele akşamüstleri...
Iskartaya çıkarılmış, itilmiş, yenilmiş olma duygusu bastırıyor.
Küçük dedikoduculuklar, yerli halkı küçümsemeler falan içten içe büyüyen bu karanlık duyguyu gideremiyor.
Bastırılmış bütün patolojiler (ruhsal bakımdan sağlıksız çatışma kaynakları) su yüzüne çıkmaya başlıyor.
Yani ne deniz, ne rüzgâr, ne arka bahçedeki mandalinalar kişiyi durup dururken daha "insan" kılmaya yetmiyor.
Yazımı iki notla bitireyim.
Birincisi... Günümüz hayvanseverliği git gide garip bir tabloya bürünüyor: Başka her şeyden nefret ede ede hayvan sevenler var maalesef! Böyle olunca da nefret gün geliyor hayvana da patlıyor.
İkincisi... Bilerek "kent" diyorum. Gerçekten "şehir"lerde yaşıyor olsaydık, hiçbir yere kaçmak istemezdik!
Haşmet Babaoğlu