25 Kas 2014

Sören Kierkegaard

İnsanın esnekliği gerçekten unutma gücüyle ölçülebilir. Unutamayan kişiden bir şey olmaz. Bir unutuş ırmağının (Lethe) aktığı yer var mıdır, bilmiyorum; bildiğim bir şey var ki, unutuş sanatı geliştirilebilir. Fakat bunun yolu, izlenimlerin tamamen ortadan kaybolmasından geçmiyor; unutkanlık başka şey, unutma sanatı bambaşka bir şey. Doğanın muhteşemliği, bir zamanlar kaos olduğunu unutmuş olmasından gelir; fakat bu düşünce her an yeniden canlanabilir. Pek çok insan sadece hoş olmayanı unutmaya çalışmanın sonucunda unutuşu, geçmişi gürültüsüyle boğan dizginlenemez bir güç olarak algılar. Fakat unutmak gerçekten sessiz sakin bir iştir, fakat hoş olmayanla olduğu kadar hoş olanla da pratiği yapılması gereken bir iş. Geçmişte kalan hoş bir şeyin bir de hoş olmayan yanı vardır ki o da bir yoksunluk duygusunu uyandırmasıdır; bu hoş olmayanın üstesinden unutarak gelinir.

22 Kas 2014

Birbirimizi anlayamayacağız korkusuyla, sözcükleri gereğinden çok fazla kullanıyoruz. Konuşmamanın, iletişim kurmayı reddetme anlamına çekilmesinden, kabalık olarak görülmesinden korkuyoruz. Ayrıca, çok fazla konuşuyoruz. Sessizlik bizi ürkütüyor. Sessizliği denetleyemiyoruz. Oysa sessizlikte, sezinlediğimiz ama tanımadığımız dürtülerin, özgürlüğün ve gelişigüzelliğin son noktası saklıdır.

Gündüz Vassaf
Hırs hayatın tuzudur. Nereye gitti peki? Ya ben bu hayata anlam veremedim ya da gerçekten anlamsız. Ama daha iyisini de bilmiyorum. Bana gösteren de olmadı. Sen hızla hareket eden parlak bir kuyrukluyıldız gibi bir çıkıyor, bir kayboluyordun. Ben de her şeyi unutup sönmeye devam ettim.

Ivan Gonçorov

Ruth Etting - All of me (1931)

Villa Torrigiann, Lucca

Villa Torrigiann, Lucca Italy, fresco, late 17th century
Walls by Florence de Dampierre with photographs by Tim Street-Porter and Pierre Estersohn (Rizzoli Books).  (via The Curated Object)

21 Kas 2014

Bırakın bir başka insanın derinliğine, çok insanın, kendi derinliğine bakmaktan korktuğunu düşünüyorum.

İbrahim Çolak

Vento-Virginia Mori

virginiamori:

"nove code" illustration from the book "Vento" ( Virgilio Villoresi/Virginia Mori ed.Withstand:)
ON LINE STORE : http://www.withstandfilm.com/books
Sonbaharda bir yol gibi: temiz, pak süpürüyorsun, sonra yol bir kez daha kurumuş yapraklarla örtülüyor.

Franz Kafka

16 Kas 2014

Eşyayı dahi incitme!' diyen bir medeniyetin mensuplarıyız. Su içtikleri bardağı öpen Mevlevileri düşünün. Ormana girerken, genç ağaçları korkutmamak için baltanın sapını bezle saran Tahtacıları. Şimdi ise birbirlerinin küçük bir hatasını bekleyen ne çok insan var. Dolayısıyla, ne çok acı.

İbrahim Tenekeci
Saçımın tek bir telini bile şimdi daha iyi tanıyor değilim ve kendime eskiye oranla tek bir adım bile yaklaşmadım. 

Ingeborg Bachmann

Kafka

 

Ólafur Arnalds - Near Light

Kadıköylü bir şairin dediği gibi : Umutsuz bile değilim..
"Ne kadar geç uyursam yarın o kadar geç kalkarım" temennisindeki gizli çaresizliği bulunuz..

Ali Lidar
Uyumakla uyuyamamanın fark etmediği bir yer var. Gitmekle kalmanın aynı şey olduğu bir yer. Sadece istediğiniz sorulara cevap verebileceğiniz, sadece istediğiniz zaman konuşabileceğiniz, ellerinizin ve ayaklarınızın hep soğuk olduğu ama hiç üşümeyeceği bir yer var. Var.. Vardır. Olmalı.. Bu kadar saçmalığın başka açıklaması olamaz çünkü.

Michael ‘Nick’ Nichols, Serengeti Milli Parkı-Tanzanya

15 Kas 2014

Kendime Kıssa

Bir sultan, rüya âleminde dişlerinin önden arkaya doğru döküldüğünü görür. Gördüğü rüyanın yorumunu yaptırmak üzere rüya yorumcularından birini huzuruna çağırır ve ondan gördüğü rüyanın tabirini ister. “Sultanım!” diye cevap verir tabirci, “O kadar uzun yaşayacaksınız ki, bütün oğullarınızın ölümlerini göreceksiniz.” Sultan, oğullarının ölümünden bahseden tabircinin sözlerine öfkelenir, muhafızlarına adamı zindana atmalarını emreder. Sonra başka bir tabirciyi çağırır ve aynı rüyayı ona da anlatır. “Sultanım!” der bu defaki tabirci, “Allah size o kadar bereketli ve uzun bir ömür hediye edecek ki, evlatlarınızın hepsinin mutluluklarını göreceksiniz ve hepsinden uzun yaşayacaksınız.” Sultan bu habere çok sevinir ve tabirciye kese kese altın ihsân eder. 

İki tabirci de aynı şeyi söylemiştir

14 Kas 2014

Snow with Ravens - Otto Dix 1935


Bilmem sizde de böyle midir; yolculuk benim üzerimde daima iyi ve unutturucu bir tesir yapar. Istıraplarımızın, üzüntülerimizin mekânla, yahut hayatımızın tabiî muhiti ile sıkı bir alâkası olsa gerek. Bir muharririn dediği gibi, falan yerde en kesif şiddetinde olan bir acı iki yüz kilometre daha ötede ve başka insanlar içinde biraz daha hafif ve daha kabil-i tahammül oluyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar
Acı bir düğümle bizi ölüme aşina kılan uyku, solgun ruhların ilacıdır.

Sâdık Hidâyet

Polonaise - Shigeru Umebayashi

12 Kas 2014

Limon Yağmuru

Belki ötelerde, hemen önümde durmakta olan ben’den daha az sıkıcı bir şey çıkar ümidiyle ayağa kalkıyorum. Bana beni unutturacak bir şey. Herhangi tuhaf bir şey. Benim rüyam bu, keşfetmeli, gezmeliyim.

Emrah Öztürk

11 Kas 2014

Olta balık için var, balığı yakaladıktan sonra oltayı unutabilirsin. Tuzak tavşan için var, tavşanı yakalarsan tuzağı unutabilirsin. Kelimeler mânâ için var, bir kez mânâyı tahsil ettikten sonra kelimeleri de unutabilirsin. Kelimeleri unutmuş ve bu sayede kendisiyle konuşabileceğim bir kişiyi nerede bulabilirim?

Çuang-Tzû

7 Kas 2014

Kıyı kasabaları bizi daha "insan" yapar mı?

Başlıktaki sorunun en sert, en sarsıcı cevabını geçenlerde Bodrum'da gördük. 
Yirmi yıl önce Bodrum'a yerleşen bir İngiliz on iki yıldır baktığı köpeğini ortalık yerde kafasına tahta ve kürekle vura vura öldürdü.
Köpeğine yıllarca birlikte baktıkları veterinerin yaklaşmasına bile izin vermedi.
Sırf köpek artık yaşlandı diye...
43 yaşındaki İngiliz kendini savunurken de yaptığının çok normal olduğunu söyledi. "Zaten ölecekti. Nasıl öldüğünün ne önemi var?" dedi; "her gün onlarca insan ölüyor, sesinizi çıkartıyor musunuz?"
Diyeceksiniz ki, adam hasta!
Öyle olsun.
Demek ki, neymiş? Bu "şirin sahil kasabaları"na yerleşince insan kendiliğinden şirinleşmiyor, hastalıkları iyileşmiyormuş... 


Meselenin hepimizle ilgili tarafına gelirsek... 
Büyük kentler boğuyor bizi...
İnsan yanlarımızı törpülüyor, mekanikleştiriyor, mecburiyetlerimize mahkûm ediyor, belki eğlendiriyor ama neşelendirmiyor. 
İşte o zaman kaçmak istiyoruz.
En çok da bir sahil kasabasına... 
Ya gerçekten emekli olunca ya da kent hayatından bir biçimde "emekliye ayrılma" fırsatını bulunca, oralarda bir meşgale arıyoruz.
Yazları kalabalıkla neşelenmek, kışları sükûnet içinde kafa dinlemek ne hoş olur diye düşünüyoruz.
Bir sabah birdenbire daha iyi, daha güzel, daha müşfik bir insan olarak uyanacağımızı hayal ediyoruz.
Fakat kendimizden kaçabilir miyiz? Hoyratlıklarımızı, hırslarımızı, nefretlerimizi, aşağılık yanlarımızı, hastalıklarımızı arkada bırakıp üzerine kapıyı kapatmak mümkün mü?
Hayır!
Bunun olacağını iddia edenler ya yalan söylüyorlar ya da çok saflar. 


Ben size daha beterini söyleyeyim...
Bazen gözlerimi kaçırmaya çalışarak gözlemlemek zorunda kaldığım şeyi...
Büyük kentlerden böyle kasabalara yerleşenlerin önemli bir bölümü gün geliyor, kendilerini "posa" gibi hissetmeye başlıyorlar.
Hele yaz gelip geçtikten sonra...
Hele akşamüstleri... 
Iskartaya çıkarılmış, itilmiş, yenilmiş olma duygusu bastırıyor.
Küçük dedikoduculuklar, yerli halkı küçümsemeler falan içten içe büyüyen bu karanlık duyguyu gideremiyor.
Bastırılmış bütün patolojiler (ruhsal bakımdan sağlıksız çatışma kaynakları) su yüzüne çıkmaya başlıyor.
Yani ne deniz, ne rüzgâr, ne arka bahçedeki mandalinalar kişiyi durup dururken daha "insan" kılmaya yetmiyor. 


Yazımı iki notla bitireyim. 
Birincisi... Günümüz hayvanseverliği git gide garip bir tabloya bürünüyor: Başka her şeyden nefret ede ede hayvan sevenler var maalesef! Böyle olunca da nefret gün geliyor hayvana da patlıyor. 
İkincisi... Bilerek "kent" diyorum. Gerçekten "şehir"lerde yaşıyor olsaydık, hiçbir yere kaçmak istemezdik!


Haşmet Babaoğlu

6 Kas 2014

Bekliyorsun. Ruhun enerjiyi bir yere akıtarak dirilmek istiyor, olası mı bu? Neye, kime akıtacaksın onu, kimi ortak edeceksin duygularına? Sana, senin eziyetine kim katlanabilir? Yalnızlığı kabul edemedin mi? Dostun kimdi senin?

Bekliyorsun, sürekli bekleyişleri art arda ekliyorsun; seni seyrediyorum ve ses etmiyorum çünkü bekleyişin süslü bir imparatorluğu vardır. Umut silinene kadar güçlü bir direnişle dikilirsin tahtında. Sonra düşüş başlar. Başladığın yere dönüş.

Leylâ Erbil

2 Kas 2014

bir tek çare kaldı benim için: yolculuk etmek

Kötü bir huyum var benim: Artık böyle mi yetiştirildim, yoksa Tanrı mı beni böyle yarattı, orasını bilmiyorum. Bildiğim tek şey şu: Başkalarının mutsuz olmasına sebep oluyorsam, bilin ki ben onlardan daha az mutsuz değilim. Tabii ki karşımdakileri rahatlatan bir şey değil bu, ama bir gerçek.

Gençliğimde ailemden ayrıldığım andan itibaren paranın satın alabileceği her zevki çılgıncasına tatmaya başladım, hepsinden de bıktım tabii. Grand monde’a atıldım sonra, sosyeteden usandım, kibar kadınları sevdim, onlar da beni sevdiler, ama onların sevgisi sadece kafamla onurumu dolduruyordu, yüreğim ise bomboştu… Okumaya, çalışmaya başladım – öğrenmekten de sıkıldım – ne ünün ne de mutluluğun öğrenmekle ilgisi olmadığını anladım, en mutlu insanlar bilgisiz insanlardır çünkü, ün de bir talih meselesidir, ün kazanmak için becerikli olmak yetiyor. Derken bunalmaya başladım…

Kısa zaman sonra Kafkasya’ya gönderildim; hayatımın en mutlu anıydı bu. Çeçen kurşunları arasında bunaltının yeri yoktur sanıyordum. Boşunaymış! Bir ay geçti, kurşun vızıltılarına da, ölümün yanı başımda dolaşmasına da öyle alıştım ki, sivrisineklerle daha çok ilgilenmeye başladım. Son umudumu yitirdiğim için eskisinden de çok bunalıyordum, Bela’yı evimde gördüğüm zaman, bana acıyan kader tarafından gönderilmiş bir melek olduğunu sandım onun, ne budalaymışım!.. Yine yanılmışım.

Yabani bir kızı sevmek, kibar bir kadını sevmekten pek farklı değilmiş; birinin hoppalığı insanı nasıl bıktırıyorsa ötekinin de bilgisizliği, basitliği o kadar bıktırıyor. Yine de hoşlanıyorum ondan; mutlu anlar yaşattı bana; onun uğruna canımı bile veririm ama arkadaşlığı renksiz bir arkadaşlık. Budala mıyım, kötü bir insan mıyım, bilmiyorum; bildiğim bir şey var: Ben belki de ondan daha çok acınacak haldeyim.

Şu anlamsız dünya ruhumu bozmuş; kafam tedirgin, yüreğim doymak bilmiyor; hiçbir şeyle yetinmiyorum; zevke nasıl alıştıysam acıya da öyle alışıyorum, hayatım gittikçe boşalıyor; bir tek çare kaldı benim için: yolculuk etmek.

Mihail Yuryeviç Lermontov