24 Oca 2014

Elde Hiç'le Kapı Kapı Dolaşmak

Yıllar önceydi, bir dostumla Çengelköy’de Çınaraltı’nda oturmuş sohbet ediyorduk. Birdenbire durup, etrafına bir baksana, deyiverdi:

Çevremizdeki insanlar ne kadar da hâllerinden memnun görünüyorlar. Birşey bildikleri, okuyup öğrendikleri yok, ama kendi hâllerince ne kadar da mutlular! Oysa biz, güya deliler gibi okuyoruz, sabahtan akşama tartışıp duruyoruz, bu arada birçok şey öğrendiğimizi de sanıyoruz ama buna karşın hâlimizden pek memnun olduğumuz söylenemez. Her şeyden evvel yalnızız, bu dünyada neler olup bittiğini anlamak için çektiğimiz onca ızdırab da cabası. Hiçbir şey bilmesek daha iyiymiş aslında. Baksana, her şeyden habersiz bir hâlde öylesine aptalca yaşamak, akıllı olmaya çalışmaktan daha keyifli görünüyor. Sanırım yanlış yoldayız.

Susup kalmıştım bu âni çıkış karşısında. Ağzımda birşeyler gevelemeye çalıştığımı hatırlıyorum ilim ve irfan sahibi olmanın önemine dair.

Fakat nafile, sözlerim beni bile ikna etmemiş olacak ki dostum tam hedeften vurmuş olmanın keyfiyle bakan gözlerini hazırlıksız yakalanmış gözlerime dikip, yaptığımız sadece felsefiyât, sadece tefelsüf. Aslında kendimizi kandırıp duruyoruz, dedi üstüne basa basa.

Neymiş? Hakikatmiş, yok ilimmiş, yok irfanmış, bütün bunların hepsi lâfazanlıktan ibaret. Elimizde kalan bir tek ızdırab ve hüzün. En iyisi aptalların arasına katılıp bu anlamsız hakikat arayışından, bizi böylesine mutsuz eden hakikat sevdasından vazgeçmek...

Bilirdim, sevgili dostum bunu hep yapardı ve aklınca damarıma basıp benim hâlimizi nasıl ve hangi yoldan savunacağımı iyice görmek isterdi. O da, ben de bilirdik ki hakikat sözkonusu olunca biz birbirimizi kandırmaya tevessül etmezdik. İsterdik ki hakikat, işimize gelmese bile, tüm ihtişamıyla, bütün çıplaklığıyla karşımıza çıksın ve bizi yerle bir etsin, biz bu sonuca en baştan razıydık. Çünkü bütün çabalarımız, nefsimizi, hakikatin onu incitemeyeceği şekilde terbiye etmek içindi zaten.

Temel kabulümüze göre, hakikat, hakikat ehlini incitemezdi, incitmemeliydi. Hakikatin hayaliyle (yalanla) bile karşılaşmayı göze alanlar, sırf sevgili yüzünü gösterdiği için, hiç ona gönül koyabilirler, hakikatin kendisinden ötürü ve dahî hakikat karşısında incinebilirler miydi? Hakikat bir nefsi incitiyorsa, o nefis için çıkılacak daha çok tepe var demekti.

Peçesini kaldırmak için elimi yüzüne uzattığım sevgili, elimi itmeyecek de aksine peçesini açmama izin verecek ve fakat ben onun cemalini görmekten ötürü pişman olacağım, işte bu şık, bizim defterimizde yazılı değildi. Bir kere söz vermiştik kendi kendimize: nârına da, nûruna da razı olacaktık, cemâline değil sadece, hayaline bile kavuşsak, çabalarımız boşa gitmiş sayılmayacaktı.

Ne var ki dostumun bu seferki salvosu diğerlerine benzemiyordu. Tereddütle hâlelenmiş gözlerim o konuşurken etraftaki masaların arasında dolandıkça, o bunu kendimden kuşkulanmaya başladığıma yoruyor, akıl ve zekânın değil, bilâkis gaflet ve hamakatın asıl mutluluk sebebi olduğuna dair öne sürmüş olduğu o güçlü tezin tarafımdan da çâr-nâ-çar kabul edileceğini umuyordu.

Bu sırada başka neler söylediğini, iddiasını temellendirmek için hangi derelerden masamıza su taşıdığını hatırlamıyorum bile. Tam olarak farkına varmış mıydı bilemiyorum, lâkin bu seferki atışı 12’den isabet etmişti.

Nefesim kesilmiş bir hâlde nefsime baktım, görünüşte dostum haklıydı. Kendimi gittikçe daha yalnız, daha çaresiz hissediyordum. Hakikate topluca yürünemeyeceğine, herkesin kendi hakikatine yine kendi başına ulaşması gerektiğine çoktan karar vermiştim bile. Üstelik bildikçe azalacağını umduğum ızdırabım yıllar geçtikçe daha da artmış, bilme çabalarım derdimi azaltan değil, artıran bir nitelik kazanmıştı. Okumanın, öğrenmenin sonu yoktu; hakkı verildiği takdirde huzur ve sükun sağladığı da söylenemezdi. Bir de ilmin dahî bir perde olduğu beyan edilmişti.

Her kapının kilidini açacağına, bütün karanlıkları ışığıyla aydınlatacağına, beni —elime geçirdiğim takdirde— yalanlardan, aldatmalardan koruyacağına inandığım ilmin kendisi bile en nihayet bir perdeyse, önümdeki onca perdeyi aralayacak olan başka ne vardı elimde?

Sadece bir hiç, hem de koskocaman bir HİÇ!

Güya yüksek hakikatleri ağızdan düşürmemek, büyük meseleler hakkında gürültülü lâflarla atıp tutmak, insanın kendisine sahte pâyeler vermesine neden olur çoğu kez. Okur-yazar tâifesinde ziyadesiyle tesadüf edilen gaflet ve hamakat alâmetlerinin başında da bu tür bir kibir hâli gelir sanırım.

Ne kibir değil mi, elde HİÇle kapı kapı dolaşmak?

Peki ya, şu çevre masalarda oturan kalabalıklar?
Gerçekten, ne kadar da çok hâllerinden memnun görünüyorlardı öyle. O güne mahsus bir durum muydu, yoksa sevgili dostumun atışları karşısında tereddüt anaforlarına gömülmüş bendenize mi öyle gelmişti, şimdi tam olarak kestiremiyorum ama hakikaten çevremizdeki insanlar sanki istisnasız, topluca memnun ve mesud görünüyorlardı hâllerinden.
İtiraf etmeliyim ki gaflet ve hamakat, o güne kadar hiç böylesine sevimli görünmemişti bana. Âdeta imrenmiş, içimden o kalabalıklara karışmayı bile geçirmiştim.
Ağzımdan belli belirsiz bir 'haklısın galiba' sözünün çıktığını hatırlıyorum.
Bu itiraf üzerine diğer masaların arasına karışmak amacıyla oturduğum iskemleden kalkmak üzere bir hamle yapmıştım ki arkamdan kuvvetli bir el omuzuma bastırıp beni yerime oturttu. Ben, bu da kim böyle, deyu arkama döndüm ve fakat kimseyi göremedim.

Hatırladığım tek şey, bu kâbustan kan ter içinde uyanmış olduğumdu.


 Dücane Cündioğlu