Alp’ler, peynir ve çikolatadan sonra İsviçre’nin simgelerinden biri sayılan Heidi’yi hatırlayın. Kırmızı yanaklı, basit elbiseli, hiç yorulmadan herkesin yardımına koşan bu kız çocuğu, hep çıplak ayaklarıyla geçer öykülerin içinden. Onun büyükbabası olarak izlediğimiz yaşlı çiftçiyle arkadaşı Peter’in ayakkabıları varken Heidi, keskin taşların üzerinde ve soğuk havalarda bile hep çıplak ayak koşar keçilerin peşinden.
Yaratıcısı
Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi aracılığıyla, çıplak
ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır örtüsünün
bir ucunu kaldırmıştır. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü
çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları”
diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.
İsviçre’nin
karanlık yüzü
İsviçre’de
1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda
çalışmaları yasaklandı. Ama çocuk sömürüsü için yeni bir
kapı açıldı ve İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960’lı
yılların başına kadar çocuk emeği sömürüsünün örneğine
az rastlanan bir biçiminin uygulama alanı oldu. Devlete borcu
bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları,
yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen
çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere
başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Ancak 1974 yılında
yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde
ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir
veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki
çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için
satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan,
sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence
gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde
onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden
“kurtarılmış” çocuklardı!
Böylece,
ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan
ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar,
toplumsal hayatın olağan, sıradan bir parçası olarak kabul
gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten
sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre’nin konuşmaktan dahi
kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü.
Yüzleşme
Birkaç
yıldır İsviçre toplumu bu gerçekle yüzleşmeye çağrılıyor.
Çünkü köle çocuklardan bugün hayatta olanlar bu tarihsel utanca
tanıklık ederek o dönemin hiç olmazsa vicdanlarda yargılanması
yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşturdular.
Verdingkinder’lerin
insanlık dışı yaşam koşulları ilk defa bir filme de konu
edildi. Bu gerçeği yaşamış on bine yakın insanla yapılan
röportajlardan doğan senaryo, Markus Imboden tarafından çekildi
ve 2011 tarihinden itibaren gösterime girdi.
Film,
o zamana kadar kendi gerçeklerinin kabuğunda yaşayan pek çok
insanın konuşmasını sağladı.
Örneğin;
Lyss’ de oturan Hugo Zingg (76) filmin gösterimin ikinci günüde
‚ “Ben
de O Cehennemi Yaşadım”
diyerek bir gazeteye yaşadıklarını anlattı. Tam 70 yıl sonra bu
yazı sayesinde, ikisi de yıllarca köle olarak ayrı çiftlikler de
birbirlerinden hiç haber almadan çalıştırılmış iki kardeş
birbirlerini bulabildi. İsviçre Çiftçiler Birliği, o günkü
çocuklardan özür diledi. Thurgau yönetimi, zamanında bölgede
çalıştırılmış tüm çocuklar için resmi olarak özür diledi.
Şimdiye kadar bu ticarete aracılık yapan rahipler adına sadece
Luzern Katolik Kilisesi özür dilemiş durumda.
Dora
Stettler, iki kardeşi ile birlikte Emmantel’e bir çiftliğe
kiralık olarak verilir. Tarih 1934. Artık burası sizin eviniz
diyerek çocukları bırakırlar. Yeni bulduğu arkadaşı Karl ile
yaşamına sorunsuz ve engelsiz devam etmek istemektedir. Yedi
yaşında ki Dora, annesinin bavula koymuş olduğu elbiseleri tam
dört yıl giyer. Kendisine iki numara büyük gelen ayakkabısını
bir numara dar gelene kadar da kullanmak zorunda kalmıştır.
Babasının getirdiği kıyafetleri ise çiftlik sahibinin çocukları
giyer. Babaları onları geri almak için tam dört yıl boyunca
mücadele eder, sahip çıkar ve sonunda mücadelesini kazanır.
Annesinden hep nefret eder. Yıllar sonra bu kitabı yazar.
Charles
Probst 79 yaşında. Annesinin “çıplak ayaklı çocuk” olarak
yanında çalıştığı çiftçi tarafından tecavüze uğraması
sonucu doğmuş. Başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin
kaderi onun da geleceği olmuş. Yıllarca saat dörtte kalkarak ot
biçmiş, ahırda yaşamış, yıllarca dişlerini fırçalayamamış,
iç çamaşırı olmamış, hasta olduğunda doktora götürülmemiş.
Cinsel istismara uğramış. Sabahları verilen kuru ekmeği soğuk
suya batırarak yemek zorunda kalmış. Uzun yıllar sakladığı bu
gerçeği artık tüm İsviçre çapında yapılan toplantılarla
anılarını anlatarak, soruları cevaplandırarak bu karanlık
dönemin aydınlatılmasına katkıda bulunuyor.
Sevim Akyürek