29 Kas 2015

Heidi’nin ayakları neden çıplaktı?



Alp’ler, peynir ve çikolatadan sonra İsviçre’nin simgelerinden biri sayılan Heidi’yi hatırlayın. Kırmızı yanaklı, basit elbiseli, hiç yorulmadan herkesin yardımına koşan bu kız çocuğu, hep çıplak ayaklarıyla geçer öykülerin içinden. Onun büyükbabası olarak izlediğimiz yaşlı çiftçiyle arkadaşı Peter’in ayakkabıları varken Heidi, keskin taşların üzerinde ve soğuk havalarda bile hep çıplak ayak koşar keçilerin peşinden.
Yaratıcısı Johanna Spyri, 53 yaşında yazdığı Heidi aracılığıyla, çıplak ayaklı çocuklar gerçeğinin üzerindeki toplumsal sır örtüsünün bir ucunu kaldırmıştır. Heidi çıplak ayaklıydı; çünkü çıplak ayaklar, erkek ya da kız bütün “köle çocukları” diğer çocuklardan ayıran keskin uçurumun simgesiydi.
İsviçre’nin karanlık yüzü
İsviçre’de 1789 yılında 14 yaşından küçük çocukların fabrikalarda çalışmaları yasaklandı. Ama çocuk sömürüsü için yeni bir kapı açıldı ve İsviçre, 18. yüzyılın sonundan 1960’lı yılların başına kadar çocuk emeği sömürüsünün örneğine az rastlanan bir biçiminin uygulama alanı oldu. Devlete borcu bulunan ya da boşanan çiftlerin, fakir ailelerin çocukları, yetimler, ailesi cezaevinde olan ya da kendisi suç işleyen çocuklar, devlet ve kilise vasıtasıyla, çalıştırılmak üzere başka ailelerin yanına yerleştirilirdi. Ancak 1974 yılında yasayla kaldırılan bu uygulamada, papazların önderliğinde ailelerden toplanan çocuklar çiftliklere kiralık olarak verilir veya şehirlerde kurulan çocuk pazarlarında, dört yaşındaki çocuklar bile, ev ve çiftlik işlerinde çalıştırılmak için satışa çıkarılırdı. Bu andan itibaren, çocukları arayan, sorunlarını dinleyen tecavüze uğradıklarında ya da işkence gördüklerinde sahip çıkan olmazdı. Çünkü toplumun gözünde onlar, suç işleyen, boşanan, fakir düşmüş ailelerinden “kurtarılmış” çocuklardı!
Böylece, ahırlarda hayvanlarla birlikte yaşayan, çoğu kez bir çuvaldan ibaret elbiseleri içinde hemen her zaman aç olan bu çocuklar, toplumsal hayatın olağan, sıradan bir parçası olarak kabul gördü. Bunun bir tür kölelik sistemi olduğu idrak edildikten sonra bile, uzun zamanlar boyunca İsviçre’nin konuşmaktan dahi kaçındığı bir tabu halinde üstü örtüldü.
Yüzleşme
Birkaç yıldır İsviçre toplumu bu gerçekle yüzleşmeye çağrılıyor. Çünkü köle çocuklardan bugün hayatta olanlar bu tarihsel utanca tanıklık ederek o dönemin hiç olmazsa vicdanlarda yargılanması yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşturdular.
Verdingkinder’lerin insanlık dışı yaşam koşulları ilk defa bir filme de konu edildi. Bu gerçeği yaşamış on bine yakın insanla yapılan röportajlardan doğan senaryo, Markus Imboden tarafından çekildi ve 2011 tarihinden itibaren gösterime girdi.
Film, o zamana kadar kendi gerçeklerinin kabuğunda yaşayan pek çok insanın konuşmasını sağladı.
Örneğin; Lyss’ de oturan Hugo Zingg (76) filmin gösterimin ikinci günüde ‚ “Ben de O Cehennemi Yaşadım” diyerek bir gazeteye yaşadıklarını anlattı. Tam 70 yıl sonra bu yazı sayesinde, ikisi de yıllarca köle olarak ayrı çiftlikler de birbirlerinden hiç haber almadan çalıştırılmış iki kardeş birbirlerini bulabildi. İsviçre Çiftçiler Birliği, o günkü çocuklardan özür diledi. Thurgau yönetimi, zamanında bölgede çalıştırılmış tüm çocuklar için resmi olarak özür diledi. Şimdiye kadar bu ticarete aracılık yapan rahipler adına sadece Luzern Katolik Kilisesi özür dilemiş durumda.

Dora Stettler, iki kardeşi ile birlikte Emmantel’e bir çiftliğe kiralık olarak verilir. Tarih 1934. Artık burası sizin eviniz diyerek çocukları bırakırlar. Yeni bulduğu arkadaşı Karl ile yaşamına sorunsuz ve engelsiz devam etmek istemektedir. Yedi yaşında ki Dora, annesinin bavula koymuş olduğu elbiseleri tam dört yıl giyer. Kendisine iki numara büyük gelen ayakkabısını bir numara dar gelene kadar da kullanmak zorunda kalmıştır. Babasının getirdiği kıyafetleri ise çiftlik sahibinin çocukları giyer. Babaları onları geri almak için tam dört yıl boyunca mücadele eder, sahip çıkar ve sonunda mücadelesini kazanır. Annesinden hep nefret eder. Yıllar sonra bu kitabı yazar.
Charles Probst 79 yaşında. Annesinin “çıplak ayaklı çocuk” olarak yanında çalıştığı çiftçi tarafından tecavüze uğraması sonucu doğmuş. Başka bir bakıcı aileye verilmiş. Annesinin kaderi onun da geleceği olmuş. Yıllarca saat dörtte kalkarak ot biçmiş, ahırda yaşamış, yıllarca dişlerini fırçalayamamış, iç çamaşırı olmamış, hasta olduğunda doktora götürülmemiş. Cinsel istismara uğramış. Sabahları verilen kuru ekmeği soğuk suya batırarak yemek zorunda kalmış. Uzun yıllar sakladığı bu gerçeği artık tüm İsviçre çapında yapılan toplantılarla anılarını anlatarak, soruları cevaplandırarak bu karanlık dönemin aydınlatılmasına katkıda bulunuyor.
Sevim Akyürek