son cümleyi ben de hep söylerim:)
Kezban Pariz'de
Geçen hafta ‘birazcık parayı elde tutup biriktirmenin âlemi yok’ mevduat hesabımdan faydalanarak Memo’yu Euro Disney’e götürdüm. Oradan da üç gün ‘lâvuk’ Fransızca’dan Türkçe’ye geçme midir sıkıntımın bolca yaşandığı kent merkezine geçtik.
Birçoğunuz Paris’e gitmiştir, ancak hem çocuk yıldız olarak bu sınırlarda iş hayatıma başladığımdan, hemi de yıllık izin ve tuman denkleştirememe mağduru olduğumdan dolayı ilk kez gitmiş bulundum.
Paris’in orta yerinde çocuk kaybetmenin ne demek olduğunu bir tek orada çocuk kaybeden sayılı vatandaşlar bilebilir. Bu bir.
İkincisi, ki bunu birinciye de bağlayacağız ilerleyen dakikalarda; suratsız ve son derece kaba (bir Çin lokantası garsonu kıvamında) Fransız tezgâhtarlarına rağmen Paris indirim haftasında kaba etlerini savura savura, burun deliklerinden sıcak hava alıp boğa gücüyle tazyikli soğuk hava püskürten alışveriş manyağı, milyonlarca dünya vatandaşının düştüğü insanlık dışı manzaranın arasında kalmanın ne demek olduğunu da Türkiye’de sosyeteden hallice butik sahibi hanım gadınlarımız tahmin etsinler. Zira butik sahibi hanım gadınlarımızın en havalıları, bir de yeni havalananlar, hani o Ahmet Hakan’ın yazdığı yeşil sermayeli hanum gadunlarımıza goştura goştura Şaneller, Diyorlar pekiştiriyollardı.
Bu kalabalığın en feci olduğu La Fayette alışveriş şeysinin ben taa orta yerine kurulu olan otelimize varmak için yürürken, kalabalığın arasında birden bire Memo’nun kaybolduğunu fark ettik arkadaşım Karina’yla. (Karina’nın zaten ne akla hizmet çocuklu bir insanla böyle bir geziyi kendine zehir etme gayretinde olduğunu anlamadım ama ikimiz iki yandan tam 45 dakika Paris’in orta yerinde böğüre böğüre Memo’yu aradık.)
Bir daha Edirne il sınırından bir metre uzaklaşmamaya karar verdiğim, bu gerizekâlı gezinin 10 yıla bedel kayboltma macerasının 45 dakikasının ilk beş dakikası fazla korkulu geçmiyor.
10 dakikadan sonra coşku başlıyor.
15 dakikadan sonra hafifçe seslenmeleriniz 20’nci dakikaya geldiğinde böğürmeye dönüşüyor, nereden geldim diye kendinize küfretmeye başlıyorsunuz. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor; çocuğunuzun yaşadığı korkuyu düşünerek elinizi kemirmeye, 30’uncu dakikadan sonra da ağlamaya başlıyorsunuz. Bunları vücudunuz teker teker size anlatıyor; mesela ‘evet ilk yarım saat geçti, ağlamaya başlayabilirsin’ diyor, ya da 40’ıncı dakika ‘zangır zangır titremeye başla’ diye emir geliyor.
Bir yandan çocuğa elinizi tutmadığı için süper öfke duyup, bir yandan da ararken, ara ara ‘Kaybolması iyi olabilir mi acaba, fena da ülke değil hani, zaten hiçbir lafımı dinlemiyordu’ derken yakalıyorsunuz kendinizi. 20’nci dakika kendimi yolun ortasına atıp polis arabasını durdurup ‘vulevu kuşe avek mua’ dediğimiz polisler, bütün bu marka manyağı olmuş hayvanoğlu hayvan dünya vatandaşlarının arasından bir şekilde Memo’yu buldukları haberini veriyorlar. Film müziğiyle yanına koşturduğum Memo’yu sokak ortasında müstehzi bir gülümsemeyle insanlara ‘mam, kayboldu, may mam’ derken, gayet de soğukkanlı yakalıyorum. Ona söylediğim ilk laf, gözyaşları arasında ‘sen niye ağlamıyosun eşşooleşşek’ oluyor.
Cingenliği Paris’e ilk getiren Türk olmadığım muhakkak. İnsanların çoğu zaten birkaç cümle biliyor, ‘çocuk’ diyor soranların pek çoğu çat pat Türkçe’yle.
Şimdi, Avrupa Birliği’ne girmememiz için bir adım daha atan ben ve Memo, acaba Avrupa Birliği bizi ısrarla istese acaba tekrar gider miyiz, bu naylon ve polyester markalar diyarına.
Abicim, yapın artık şu kentsel dönüşümü, elâlem bir boklu derenin yanına çivi çaktırmadığı için şehrini şahane marka yapmış, size yemin ederim, 100 yıllık bir geyiktir bu, ama şu ülkenin daşına doprağına, hatta gecekondusuna bile gurban olam. Aha da size yemin. Üstelik Tahtakale’deki tişörtlerin hepsi, on basar topuna.
Ayça Şen