28 Mar 2010

Söz

Akılsız adam ne affeder ne unutur; saf yürekli adam önce affeder sonra unutur; bilge ise affeder ama hiçbir zaman unutmaz.
Thomas S. Szasz

27 Mar 2010

Güzel kime denir?

Audrey Hepburn

Güzel kime denir?

İngrid Bergman

Kariye

Bizans'ın başbakanı Metokhites, onarıp birbirinden değerli mozaikler yaptırdığı Chora Kilisesi'nin (Kariye Müzesi) yüzlerce yıl ayakta kalmasını sağlasa da kendisini bekleyen hazin sondan kaçamamış. Geçmişi 6'ncı yüzyıla kadar uzanan Fatih'teki Chora Manastırı Kilisesi, Bizans Başbakanı Theodoros Metokhites sayesinde bugünlere ulaştı.



Theodoros Metokhites'in hikayesi oldukça dramatik.  İmparatoniçe Theodora'nın yakını olan Aziz Theodoros, Aziz Babylas ve müritlerinin kemiklerinin gömüldüğü, Hıristiyanlarca kutsal bölge olarak kabul edilen Chora'ya bir manastır yapıyor. Depremler ve isyanlar gören manastır defalarca tahrip oluyor ve yenileniyor. Theodoros Metokhites, kiliseyi günümüze kadar taşıyacak şekilde onarıyor, bakımını yaptırıyor.


Zamanla büyük bir güç ve servete kavuşan Metokhites'in en büyük hayali saray benzeri evine çok yakın olan Chora Manastırı'nı ayağa kaldırmaktı. 1316'da Chora ile ilgilenmeye başlayan Metokhites, 5 yılda onarımı tamamladı. Yapı daha sağlam bir hale getirilirken içi de muhteşem mozaik ve freskolarla süslendi. İpeksi dokumalarla zenginleştirilen kiliseye kütüphane de kuruldu. Metokhites, bazı mülkleri de kilise için bağışladı. Metokhites, başbakanlığı döneminde hakkında çıkan iddialarla zamanla halkın nefretini kazandı. Mallarına el konulan ve vergi ve hukuk sistemini yozlaştırmakla suçlanan Metokhites'in evi ateşe verildi ve fakir bir keşiş olarak Dimetoka'ya sürgün edildi. İki yıl burada kalan Metokhites, onarıp süslediği Chora'da hapis hayatı yaşamak kaydıyla Constantinopolis'e dönmek istedi ve bu isteği kabul edildi.

Kariye, tipik Bizans yapısıdır. Dışarıdan tuğla duvarlarıyla oldukça sade görünmekle birlikte içi en süslü kiliselerden biridir. Mozaik ve freskoları Bizans resim sanatının son dönemine ait (14. yy.) en güzel örnekleridir.

Bekara Ev

26 Mar 2010

Kara Prens

Birini sevsen de onu affetmeyebiliyorsun.
Iris Murdoch - Kara Prens

Taş Kağıt Makas

Farklı olduğunuzda, bazen sizi olduğunuz gibi kabul eden milyonlarca insanı görmezsiniz. Tek fark ettiğiniz, bunu yapmayan kişidir.
Jodi Picoult, Taş Kağıt Makas

25 Mar 2010

Erkekler Mars'tan Kadınlar Venüs'ten.........

Sevdiğim Resimler

Brueghel'in aylara dair resim serisinin ilki..Ocak ayında üç avcı sadece bir tavşanla dönmektedir. Yorgun köpekler soğuktan titrer. Resim iki soğuk renk- kar beyazı ve göğün uçuk yeşili-hakimiyetindedir.

The Hunters in the Snow/January-Brueghel the Elder

Kış uyku ve ölüm getirir....
Sene 1565.........

Changeling-Sahtekar

Bir Clint Eastwood filmi. Hikaye gerçek ve çok ilginç, o derece ki "bu kadarı ancak filmlerde olur" diyeceğiniz cinsten...Ancak oyunculuk ve yönetmenlik açısından bu güzel konu iyi değerlendirilememiş. Yine de Angelina Jolie'nin nispeten göz dolduran performanslarından..John Malkovich ise bu kez tam bir hayal kırıklığı.

Changeling-Sahtekar
Eastwood'un en iyi filmi bence hala Bridges of Madison County.......İzleyiniz...

Rezervasyon Yapmayın!

Catherine Zeta-Jones iyi bir projede rol alamadan emekli olacak gibi.. Aşk Tarifi gibi yaratıcı bir isimle vizyonda yer alan film için vakit kaybetmeye değmez. Rezervasyon filan yapmayın.


Şiddetin Tarihçesi

Küçük bir kasabada lokanta işleten Tom Stall'un aslında kim olduğu, olaylar geliştikçe anlaşılır.
Filmden akılda kalan tek şey William Hurt'ün kısa ama etkileyici performansı.

24 Mar 2010

İnek Ve Şirketler

GELENEKSEL KAPİTALİST ŞİRKET
İki ineğiniz vardır. Birini satar bir öküz
alırsınız.Bir yandan ineği sağarken yeni
buzağıları büyütürsünüz.Hem inek hem süt
satmaya başlarsınız.
Bir süre sonra emeklilik yaşınız gelir.
Emekliliği erteler, ama ilk kalp krizinde
ölürsünüz.


BİR AMERİKAN ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.Birini satar, öbürünü
iki kat süt üretmesi için zorlarsınız.
O inek de ölünce, Bu işi Çin'de yapmaya
başlarsınız.


BİR FRANSIZ ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır. Neden üç ineğiniz yok
diye greve girer,protesto gösterileri
düzenlersiniz.


BİR İTALYAN ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.Ama nerede olduklarını
bilmiyorsunuzdur.Yemek molası verir,
spagetti yer, şarap içersiniz.

BİR ALMAN ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.Gen mühendisleriniz
onların 100 yıl yaşamasını,yılda bir kere
yemek yemelerini sağlar.Ama hep iki inekte
kalırsınız.


BİR İNGİLİZ ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.İkisi de Deli Dana olur.
Kraliçeyi kutsar, hükümeti suçlarsınız.


BİR AVUSTURYA ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.İneklerden şnitzel,
sütten bira yapmayı düşünürsünüz.
Kırlara çıkar müzik dinlersiniz.


BİR İSVİÇRE ŞİRKETİ
Üçbin ineğiniz vardır.Hiçbiri sizin değildir.
Sahiplerinden her yıl acayip para kesersiniz.


BİR RUS ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.Bir de sayarsınız ki beş
ineğiniz var.Bir daha sayarsınız kırkiki
ineğiniz var.Bir daha sayarsınız oniki
ineğiniz var.Votka içmeye devam edersiniz.


BİR İSRAİL ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.Kısa sürede kibutzlarda
1000 ineğiniz olur.
Bütün dünyaya inek satarsınız.Filistin'de
hala bir tane bile inek yoktur.


BİR JAPON ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.Onların onda biri boyutta
olmasını ve 100 katı daha fazla süt vermesini
sağlarsınız.Fazla yeriniz olmadığı için onları
Çin'e gönderir,üretime orada devam edersiniz.


BİR ÇİN ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır.Bu iki ineği üçyüz kişi
sağmaya çalışır.Bunu haber yapan muhabiri
tutuklatırsınız


BİR HİNT ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır. Onlara taparsınız.


BİR TÜRK ŞİRKETİ
İki ineğiniz vardır. Sağıp da süt elde etmek
aklınıza gelmez. Birini bir başkasına satarsınız.
Kalanı yabancılara pazarlarsınız. Sonrada Devlete
gidip hiç ineğim yok dersiniz.

Mevlana

Eşekten şeker esirgenmez ama eşek yaratılışı bakımından otu beğenir.

Mevlana

M.M

Çok sıkıcı olmaktansa gülünç olmak daha iyidir. M.M.

Gemi

İnsan gemi gibidir. Rotasını değiştirmek, fırtınaya katlanmak veya sakinleşerek beklemek arasında bir seçim yapması gerektiğinde, kararı kendisi değil, ya rüzgar ya deniz ya da hiç beklenmeyen başka şeyler etkiler.


Gilbert Sinoue

Pinhan

İnsanları uzaktan seyrederken, onlara her zamankinden yakın olabilirsin.

Pinhan-E.Şafak

21 Mar 2010

Avatar

Filmin süper kısa özeti şudur: Pandora isimli gezegende bolca bulunan ve kilosu 20 milyon dolar eden Unobtanium madeninin peşine düşen insan ırkı, Pandora'nın yerli halkına karşı her türlü savaş taktiğini kullanmaktadır.
3 boyutlu teknik sonuna kadar kullanılmış olmakla birlikte, Pandora, neon ışıklarıyla bezenmiş bir sokak gibi duruyor.Gezegende yaşayan yaratıklar yıllardır Hollywood sinemasında kullanılan uçan canavar kuşların ötesine geçmemiş.Heryerde neon renkler ve neon yaratıklar cirit atıyor.
Konuya gelince, Pandoralıların yerine kızılderilileri, saldıran dünyalı insanlar rolüne de amerikalıları yerleştirin işte size klasik bir kovboy filmi. Kötü insanlardan bir kahraman çıkar ve kızılderililere stratejik liderlik yapar ve onları kurtarır.
Kovboy filminde bütün kızılderililerin amerikan jestleri ile konuştuğunu, amerikan mimikleri yaptığını düşünün. Üstelik bu kızılderililerin afrikalı aksanı ile ingilizce konuştuğunu tahayyül edin. Buyrun size Avatar!
Film boyunca afro-amerikan aksanlı pandoralılar pür amerikan jest ve mimiklerinden hiç ödün vermeden ormanda koştururken, oturur vaziyette ellerini iki yana açarak bedenleriyle sağa sola sallanması ve
bir ağızdan ayinsel sesler çıkarmaları şeklindeki Hollywood'un bir türlü başka biçimini hayal edemediği
"standart yerli ayini sahnesi" klişeye tüy dikmiş.
Konu o kadar uzamış ki bir süre sonra ne kuşların sırtında uçan yerliler, ne voltran suretinde yerlilere saldıran
makineler seyirciyi oyalamaya yetmiyor.

Herkesin keyfi yerinde!

Film: Herkesin keyfi yerinde


Robert De Niro(Frank) eşini yeni kaybetmiş bir emeklidir. Dört çocuğu farklı yerlerde kendi hayatlarını sürdürmekte, kendisi de günlerini bahçe ve evle ilgilenerek geçirmektedir. Tatilde çocuklarla kısa bir süre de olsa bir araya geleceğini umarak hazırlanırken, hiçbirinin gelmeyeceğini öğrenir. Ve onlara her birinin yaşadığı farklı şehirlerde sürpriz ziyaretler yapmak için yola koyulur.

Film ilerledikçe, ne babanın bu davranışının, ne de çocuklarının birbirleriyle ve ebeveynleri ile ilişkilerinin amerikan yapısı ile hiç de uyuşmadığı hissi uyanıyor. Sanki karakterler ülkeye dışarıdan monte edilmiş gibi hareket ediyorlar. Amerikan dünyasındaki “birbirini rahat bırakmak, birbirinin işine burnuna sokmamak” kalıpları filmde hiç yok. Dolayısıyla ilişkiler ve sürpriz ziyaretler, sorunlu kardeşi kurtarmak için gösterilen çabalar ile bu çabanın babayı üzmemek için ondan saklanması gibi motifler amerikan kalıplarına ne kadar ters ise, Akdeniz coğrafyasına o kadar yakın..

Sürpriz ziyaretler sürdükçe aslında çocuklarının gerek hayata bakışlarının gerekse kariyerlerinin kendisine söylediklerinden çok farklı konumlarda olduklarını keşfeden Frank, yine de gerçekten onları tanımış olmanın mutluluğunu yaşıyor.

İzledikten bir süre sonra ,filmin İtalyan orijinalinin yeniden çevrimi olduğunu öğrenince, karakterlerin coğrafyaya uyumsuzluğu meselesi de kendiliğinden çözüldü.(Stanno Tutti Bene,1990 yılı yapımı yönetmen Giuseppe Tornatore,  başrolde Marcello Mastroianni)

Sonuçta ismine aldanarak hafif bir amerikan komedisi seyredeceğini düşünenler çok fena yanılıyor. Ebeveynlerin evlatları için kendi düşüncelerinde yarattıkları mutlu ve başarılı hayatların aslında ne kadar farklı olabildiği ve bu gerçekle yüz yüze gelindiğinde yaşananlar asıl konu. Bu arada Robert De Niro önceki "sıkı polis" vb rollerinden çok farklı, karizmatik olmaktan çok uzak ortalama bir ebeveyni canlandırmada, zaten efsane olmuş oyunculuğunu, son yıllarda gerçekleştirdiği en iyi performansıyla bir kere daha konuşturuyor.

13 Mar 2010

Mitomani

Yalancının cezası kendisine kimsenin inanmaması değil, O'nun kimseye inanamayacak oluşudur.
Bernard Shaw



Mitomani yalan söyleme hastalığı olarak tanımlanmıştır. Hastalık ciddi boyutlarda yalanlar uydurma, bu yalanlara inanma ve çevresindekileri olabildiğince inandırma ile karakterizedir.

Mitomani çoğunlukla hastanın dikkat çekip odak noktası haline gelmek adına yapmaya başladığı yalan söyleme alışkanlığının giderek hiçbir nedene gerek duyulmadan devam etmesi ve dozunun artmasıdır. Hastalık bazen diğer ruhsal hastalıklar ya da kişilik bozuklukları ile beraber geldiğinden ilk bakışta ayırdına varılamayabilir. Mitomaninin en çok eşlik ettiği hastalık histrionik kişilik bozukluğudur. Bu hastaların tek amacı vardır odak noktası olmak. Dikkatleri üzerine çekmek için yoğun bir istek ve arzu duyan kişi bunu başarabilmek adına olayları inanaılmayacak derecede büyütmeye, abartmaya, dramatize etmeye başlar. Bunu sağlamak için de mecburen yalan söyler.

Mitomaniye yakalanmış kişi ile yaşamak zordur. Sürekli ve nedensiz üstelik aşikar yalanlarına inanmamanız onu üzüntüye, isyana sevk eder. Zaten uzunca bir süre ona inanır hatta yalanlarına katılırsınız istemeden de olsa. Evlilik hayatları yalan üzerine kuruludur. Çoğu zaman eşlerinin de yalan söylemeye başladığı görülür. Zaten o uyum süreci olmadan bu hastalarla birliktelik imkansız olduğundan yalan söylemeyi öğrenemeyen eş hastayla boşanma aşamasına gelir. Bu tip hastaların yetiştirdiği çocuklarda yalan söyleyerek büyümeye alışabilirler.

Mitomanili hasta yalan söylemenin boyutunu ne kadar arttırabilir? İşte bu noktada sağlıklı bireyin mantığı cidden duruyor. Basit yalanlardan fantastik dünya hayallerine kadar uzanabilen bir yelpazedir bu. Otururken birden bire size dün bayıldım. Yere düştüm çenem kırıldı diyebilir. Oysa dün tüm gün sizin yanınızdadır. 9 aylık gebelik sürecini bitirmiş mitomanili hasta kendisine doğum yaptıran kadın doğum uzmanını erken doğum yaptığına inandırmaya çalışabilir. Başarılı olamayıp inanılmadığını görünce kendisine inanmayan kişilerle ilşkilerini keser. Tabi öncesinde hala etrafında insanlar kalmışsa.

Çok basit şeyler için gereksiz yere yalan söyler. Mitomanlar, yalan söylerken kandırmak amacında değildirler. Üstelik yalanları son derece gelişigüzel ve umarsızdır, bu sebeple nasıl toparlayacakları hakkında bir planları yoktur.
Mitomaniye Sebep Olan Psikiyatrik Sorunlar Nelerdir?

Kişilik bozuklukları,Narsistik kişilik,Asosyal kişilik,Histerik (histriyonik) kişilik,Çocukluk yıllarında istismara uğramış olmak

Sevdiğim Resimler

Sembolist dönemin etkisinde ve derin bir maneviyat içinde yaptığı resimde, uhrevi dünyanın zamandan bağımsız sükunetine,yalnızca usul usul yere düşen yapraklar mani olmaktadır.

Albert Lorieux-Solitude
Sene 1909.

11 Mar 2010

Suskunlar


"Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'Git' demeleri. Hiç kimseye 'kötüdür' deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır."...
Suskunlar-İhsan Oktay Anar..



Hamuşan(Suskunlar)



Susmuşların Yeri -Galata Mevlevihanesi

Galata Kulesi

"Gala" sözcüğü Rumca "süt" anlamına gelir; Galata'nın adının semtteki süthanelere gönderme yaparak türetildiği söylenirse de bu görüşü destekleyen tarihsel destekler bulunamamıştır.

Galata'nın İtalyanca "denize inen yol" anlamına gelen galata kelimesinden de türemiş olması muhtemeldir.
Galata Kulesi 1384 yılında Galata denen Ceneviz kolonisinin surları arasındaki en yüksek noktaya yapıldı.
Cenevizliler’in savunma amaçlı olarak inşa ettikleri kule 16. Yüzyılda tersanede çalıştırılan esirlerin barınağı olarak kullanıldı.Kulenin yüksekliği ise 60 m.’dir.
Hala İstanbul'un tarihi ile yaşayan en eski semtlerinden biridir Galata.

Sevdiğim Resimler

Riverbank in the rain-Gustave Caillebotte

       Sene 1875..

10 Mar 2010

Wang-Fo Nasıl Kurtuldu

"Yaşlı ressam Wang-Fo'yla çırağı Ling,Han Krallığı'nın yollarında ilerliyorlardı. Yavaş yol alıyorlardı, çünkü Wang-Fo geceleri gezegenleri, gündüzleriyse kızböceklerini seyretmek için duraklıyordu. Yükleri hafifti; çünkü Wang-Fo eşyaların kendilerini değil, imgelerini severdi ve dünyada, fırçaların, çini mürekkeplerinin, lake boya kutularının dışında hiçbir şeyin sahiplenilecek kadar değerli olmadığını söylerdi. Yoksuldular, çünkü Wang-Fo resimlerini bir tas arpa çorbasıyla takas eder, gümüş paraları küçümserdi. Sırtındaki eskiz dolu torbanın ağırlığı altında ezilen çırağı Ling, gökkubbeyi taşırmışcasına saygıdan iki büklüm olurdu; çünkü Ling`e bakılırsa, bu torba, kar altında dağlar, baharda ırmaklar, yaz mehtabının yüzüyle doluydu."


Marguerite Yourcenar/Doğu Öyküleri

Bozkırkurdu'ndan

"Yüzlerce değişik ağacın, binlerce tür çiçeğin, sayısız meyve ve sebze türlerinin olduğu bir bahçe düşleyin. Bu bahçenin sorumlusu olan bahçıvanın da yenir ve yenemez ayrımından başka bir tanım bilmediğini. Bu durumda bahçenin onda dokuzu ona göre işe yaramaz, öyle olunca da en güzel çiçekleri yolup en soylu ağaçları keser, belki de lanetleyip kötü gözle bakar onlara."


Herman Hesse/Bozkırkurdu

Dünya Hali

Çingene benleri, ne dersiniz, pembe olmalıydı, değil mi?
Ama dünyada her şey olması gerektiği gibi olmuyor ki.

Can Yücel

İçlerdeki ev kadını aslanı

Her çalışan kadının gönlünde azılı bir ev kadını yatar” demişti pek yakın olmayan bir dostum. (Çaktırmayın, kim olduğunu hatırlamıyorum, inşallah meşhur bir yazar değildir..)
Mesele şu: Dünyada iki tip kadın var. Ta başından beri çalışmak istemediğini, evlenip evde oturmak istediğini, çoluk çocuk büyütmek istediğini ilan etmiş, bütün planlarını buna göre yapmış, tez zamanda iyi bir koca bulmuş kadın ile...

30 yıl boyunca bunun aksini söylemiş, kadın ille de çalışmalıdır, sırf parası için değil, özgüveni, zihinsel gelişimi ve çocuklarına örnek olması bakımından da iyidir çalışmak deyip har har da har har... Her allahın günü sabahın köründe kalkıp işine gücüne koşturup...
Sonra bir gün “Yetti be! Çalışmak istemiyorum, evde oturup KEK yapmak istiyorum!” diyen kadın..
Özetlersek her kadın aslında ev kadını olmak ister ama kimisi bunu başından beri bilir kimisi çok sonra fark eder... Mesela emekli olduktan sonra..
Şöhret budalası bizim gibi tipler emekli de olamaz. (bkz: Ölene kadar yazanlar A.Ş.)
Hayatı boyunca bir güncük bile çalışmamış kadınlar var... Tek bir liracık kazanmamış...
Tek bir dakikacık “ işimden olursam nice olur halim/halimiz” diye kaygulanmamış...
Rekabet denilen o korkunç çarkında içinde öğütülmemiş...
Yaratıcı olacağım diye midesine kramplar girmemiş... Beynini geri zekalı bir söz gelimi müdür yüzünden patlatmamış...
Patrondan “performans” azarı işitip üç gün üç gece uykusuz kalmamış... Şişmanlıyorum, yaşlanıyorum, çirkinleşiyorum, unutkanlaşıyorum, tamamdır benim işim dememiş...
Lokantasına/oteline/dükkanına müşteri geldi gelmedi diye saçını başını yolmamış...
İşçi çıkarmak zorunda kalmamış.. Borç almamış, borç vermemiş.. Banka hesabı bile açmamış.. Evet bunları tek güncük bile yapmamış kadınlar var.
Elbette kocaları için endişelenmişlerdir ama ah yok mu o “Ahmet, Mehmet nasılsa bir yolunu bulup halleder” güvencesi?!?
Ulan hepsi de mi mutsuz baba?! Beni böyle yetiştirdin iyi halt ettin. Babamın beyin yıkamaları yüzünden ( muhakkak surette okuyacaksın, muhakkak surette çalışacaksın, asla koca parası yemeyeceksin, katiyen başkasına muhtaç olmayacaksın, haysiyetini asla yerlerde süründürmeyeceksin, kendine sen bakacaksın, paranı kendin kazanacaksın vs vs) eve bakabilen koca denen kavramı bile gelişmedi bende.. Dünyada böyle güzel kocaların varlığını 30 yaşında falan fark ettim ben. Aaa eve bakabiliyormuş adamlar!?!
Babam yüzünden (nasıl bir korku ve paranoya yarattıysa) 15 yaşımdan beri çalışıyorum. 15 yaşında Kuşadası’nda bir kazakçı dükkanında tezgahtarlık yapmış adamım ben! Tek bir tane satamadım ayrı.. Ama denedim.
Dur duraksız 25 yıldır çalıştığımı fark ettim. Kendi param dışında kimsenin parasını yemediğimi, tek bir gün bile gelecek kaygısız yaşamadığımı, amaaan nasılsa o var diyemediğimi...

Düşünürsek aslında çok acayip bir şey bu. Büyürse bakar diyeceğim bir çocuğum da yok.. Kendi kendimi mahkum ettiğim çok garip bir yalnızlık. Kızları büyütürken babam gibi yapmayın. Kocana güven gerisini merak etme sen demek ne kadar yalnışsa öbür türlüsü de yanlış. Tamam kızları okutalım, çalışsınlar falan da benimki gibi bir tek ağaç olma takıntısı da iyi değil. Bırakın güvenebileceği birileri de bulsun. Dünyada güvenilecek kocalar olduğunu da bilsin.
Bir yere yaslanmak, en azından bir süreliğine çok da kötü bir şey değil.


M.Tönbekici-Vatan

Üçüncü Göz

Sevdiğim Resimler

Amerikalı sanatçı Sargent'in ismini popüler bir şarkıdan alan bu tablosu, ışığı kullanmadaki başarısında bir zirvedir. Arkadaşının kızları Polly ve Dolly'nin resmi üzerinde her akşam sadece 10 dakikalığına, ışığın mükemmel olduğu vakitlerde çalışarak üç ayda bitirdi. Sene 1885....

Carnation, Lily, Lily, Rose-John Singer Sargent

9 Mar 2010

Sevdiğim Resimler

İkarus Yunan mitolojisinde Dedalus'un oğlu...İkarus ve bilge babası doğal bir labirente kapatılır. Babası oğluna balmumundan bir çift kanat yapar ve yolu havadan bulmasını ister. Uçmanın ve güneşin güzelliğine hayran kalan İkarus güneşe yaklaşır ve balmumu erir.

İkarus'un Düşüşü-Brueghel the Elder

Resim genç İkarus'u gökyüzünden denize düşerken-sağ altta tek bacağı deniz yüzeyinde- gösterir. Brueghel, İkarus'un öyküsüne dair hiç bir şey anlatmaz; yani genç adamın uçabilmek için balmumundan kanatlarını takışı ve güneşe doğru yükseldikçe balmumunun eriyişine dair. Tersine İkarus'un tabloda önemsiz bir yer kaplaması ve halkın günlük yaşamına devam ederken bu efsanevi olayla ilgilenmiyor şekilde resmedilmesi Brueghel'in resim anlayışını pek de güzel anlatır bize.Yıl 1555...

8 Mar 2010

Söz

"Bilen konuşmaz, konuşan ise bilmez."

 Lao-Tse

İş yerinde huzur böyle bozuluyor!

İngiliz Reuters ajansı, Opinium (Fikirler) araştırma kuruluşunun ankentinin ortaya çıkardığı "işyerinde en beğenilmeyen halleri" yayımladı.


Buna göre, ankete katılan bin 836 kişiden 10’u "bu haller yüzünden işi terk etmek" zorunda dahi kaldı, üçte ikisi "lüzumsuz işyeri stresine" maruz kaldığını belirtti.

İngiliz araştırmasına göre, en rahatsız edici 10 hal şöyle sıralanıyor:

1- Dedikoducu, kasvetli "vıdı vıdı" konuşmaları,
2- Bilgisayarların ağır çalışması, bozulması,
3- İşyerinde alçak sesle konuşarak dedikodu yapmak,
4- Her gün "incir çekirdeğini doldurmayan" sıradan konulardan, nesnelerden bahsetmek,
5- Telefonda aşırı yüksek sesle konuşmak,
6- Bürolarda sağlık, emniyet tedbirleri üzerinde aşırı durulması,
7- Tuvalet adabında eksiklik,
8- Vaktinde toplantıya gelmemek,
9- İşyerinin küçük mutfaklarını özensiz kullanmak, etrafın derli toplu oluşuna dikkat etmemek,
10- Havanın durumuna göre klimaların soğuk-aşırı soğuk çalıştırılması.(aa)

Radikal

Sevdiğim Resimler

Avenue of Poplars in Autumn-Van Gogh

Film....


Truly Madly Deeply
Yönetmen Anthony Minghella
Oyuncular Alan Rickman,Juliet Stevenson

The Usual Suspects
Yönetmen Bryan Singer
Oyuncular Kevin Spacey,Gabriel Byrne

Jacob's Ladder
Yönetmen Adrian Lyne
Oyuncular Tim Robbins

The Piano
Yönetmen Jane Campion
Oyuncular Harvey Keitel, Holly Hunter

Moonstruck
Yönetmen Norman Jewison
Oyuncular Cher, Nicolas Cage

Belle Epoque
Yönetmen Fernando Trueba
Oyuncular Penélope Cruz, Miriam Díaz Aroca

American History X
Yönetmen Tony Kaye
Oyuncular Edward Norton,Edward Furlong

Love Is a Many-Splendored Thing
Yönetmen Henry King
Oyuncular William Holden, Jennifer Jones

Roman Holiday
Yönetmen William Wyler
Oyuncular Gregory Peck ,Audrey Hepburn

Ryan's Daughter
Yönetmen David Lean
Oyuncular Robert Mitchum Sarah Miles

The Shining
Yönetmen Stanley Kubrick
Oyuncular Jack Nicholson

The World According to Garp
Yönetmen George Roy Hill
Oyuncular Robin Williams Glenn Close

Elizabeth
Yönetmen Shekhar Kapur
Oyuncular Cate Blanchett,Geoffrey Rush

What Dreams May Come
Yönetmen Vincent Ward
Oyuncular Robin Williams Annabella Sciorra

The French Lieutenant's Woman
Yönetmen Karel Reisz
Oyuncular Meryl Streep Jeremy Irons

A Farewell to Arms
Yönetmen  Charles Vidor
Oyuncular Jennifer Jones , Rock Hudson

La Femme De Gilles

Yönetmen Frederic Fonteyne
Oyuncular Emmanulle Devos Clovis Cornillac

Özdemir Asaf

kendi bahçesinde dal olamayanın biri
girmiş bahçeme ağaçlık taslıyor..

8 Mart

Kadınlar Günü

Bayanlar gününüz kutlu, bayanlar lavabonuz temiz olsun!


Bugün kadınlar günü.

Ama kadına kadın diyemeyen bir ülke olarak nasıl kutlayacağız bu günü bilmiyorum.
Kadına kadın diyemeyecek kadar kibarız ziya.

Ne demişti zamanında Mustafa Keser: “Bütün bağyanların kadınlar gününü kutlarım.”
Allah razı olsun, ne diyelim.

Bayanlar günü olarak değiştirelim bari. Bu kadar utanıyorsak kadına kadın demekten, zorlamayalım koşulları.
Geçen gün şu bile geldi başıma. Biri bir şey anlatıyordu, araya girip “arkadaşın kadın mı?” diye sordum dedim “yok, yok!” dedi “bayan”.
Maazallah kadın değil yani! Bayanmış.

Bir başka gün bir lokantada kadınlar tuvaleti nerede diye sordum, KORKUNÇ yanlışımı düzelte düzelte, kabalığımı yüzüme vura vura, gözlerini bellendire bellendire “bayanlar tuvaleti orada” dedi. Bayanlar lavabosu orada da diyebilirdi. Zira tuvalete de tuvalet diyemiyoruz artık. O da ayıp. Ama mesela bir kadını öldürdükten sonra onu seks manyağı bir ruh hastası yapmak ayıp değil. Hatta yap ki hakimler de sana acıyıp cezanda indirim yapsınlar.

Dört beş gün evvelki Hürriyet’in manşeti: İşte Amerikan adaleti!

Amerika’da bir Türk, 30 yıl önce kız arkadaşını öldürmüş. En az 15 yıl yatmak üzere müebbet hapis cezası yemiş. Hapiste 15 yılını doldurmak üzereyken dolabının altına yapıştırılmış bir bıçak bulunmuş. Böylece şartlı tahliye imkânından mahrum olmuş. 30 yıldır içerdeymiş.

Benim şu meşhur ve meçhul editör (ki ısrarla hakkımda böyle yazıp durma diyor ama ben yine de yazıyorum) “bizde olsa zaten ağır tahrikten sadece 10 yıl yerdi, iyi halden de o 10 yıl 4 yıla düşerdi, adam çoktan çıkmış, birkaç kadının kanına daha girmişti” diye bir kılçık yolladı messıncırıma..

Ne kadar da haklıydı. Kadınların kanına giren adamları bir türlü zaptedemeyenler ülkesi olarak tarihe geçmek üzereyiz... Birini ama bilhassa karısını, kardeşini, kızını öldürmenin bu kadar hafife alındığı muhteşem bir ülkeyiz biz! Amerikan adaletini de eleştiririz üstelik. “Bak adamcağızı salmıyorlarmış 30 yıldır. Hay Allah! Ne yaptı ki?”

Daha ne yapsın! DAHA NE YAPSIN! Sırf kendisini terk ettiği için daha 20 yaşına bile gelmemiş gencecik bir kızı vurmuş. Dünyanın tüm kadınlarının can sağlığı adına bu adamı içerde tutma da ne yap?

Ve sayın editörüm akabinde arka arkaya son üç ayın mahkeme haberleri linklerini yollamaya başladı. (Değerli bir haber koleksiyoncusudur kendisi..)

Aşağı yukarı şöyle özetlenecek haberler:
Karısını 22 yerinden bıçaklayan biri “bana ‘sen artık erkek değilsin’ dedi, ‘gideceğim başkalarıyla gezeceğim’ dedi, çok sinirlendim” demiş, ağır tahrik var diye sadece 12 yıl yemiş.
Sevgilisini öldüren bir başkası “Beni yedi erkekle aldattığını söyledi” demiş yine ağır tahrikten sadece 13 yıl yemiş.
Biri de karısı mini etek giymek istediği için öldürdüm demiş ve evet, yine ağır tahrik sayılmış. (İç Anadolu’nun bağrında mini etek giyeceğim diye ısrar eden üç kadından biri bula bula bu ruh hastasını mı bulmuş evlenmek için? Bu nasıl bir tesadüftür?)

Şimdi bunları okuyunca ne kalıyor akılda?
Aha birkaç orospu gitmiş, iyi olmuş.
Üstelik ödülü de var: Cezada indirim!

Böylece ne oluyor? Kadına kadın diyemeyecek kadar kibar ülkemde erkeklerin kadınları (peki tamam: bayanları) böyle nedenlerle rahat rahat öldürme hakkı olduğu ve buna pek değerli hakimlerimizin de anlayış gösterdiği fikri kafamıza güzel güzel nakşoluyor.

Aaa tabi ya diyoruz. Karısı da ama neler demiş. Denir mi öyle...

Büyük gazetemiz de rahat rahat “İşte Amerikan adaleti” diye eleştirel manşetler atabiliyor. Ki evet adalet belki de tam da budur. Can almak bizde kadar ucuz olmamalı.

Münevver davası da aynen bu noktaya geldi. Getirildi. Kızın başkalarından aldığı mesajlar ağır tahrik unsuru olarak sunuldu. Kızı orospu yaptık, rahatladık. Üstelik doğru mu söylüyorlar onu da bilmiyoruz. Kadınların hiçbiri böyle bir laf da etmedi belki de. Fakat belli ki bu yöntem avukatların fiks mönüsü haline gelmiş: Göster maktulü hafif meşrep, kap indirimi. Böyle matbuu bir kadını-ucuzlatma-savunması var herhalde. Erkekliğime laf etti, beni tatmin edemiyorsun dedi, sütçü bile senden iyi dedi, bir yılda 8 erkekle aldattı...

Bu da “savunma” oluyor.. Yüce savunma hakkı. Söz konusu kadının haysiyeti, varsa çocuklarının, akrabalarının, eşinin dostunun haysiyeti.. Kimin umurum. Mühim olan sanığa en az yıl verdirmek.

Her hâkim bunu yiyecektir diye bir şey yok tabi. Ancak yiyen de bol ki savunmaya konulup duruyor. Basın da bayılıyor böyle şeyleri köpürtmeye. Böylece erkekliğe laf etmenin, başka erkeklerle mesajlaşma ihtimalinin ne kadar tehlikeli, ne kadar olmaması gereken bir şey olduğu da habire fişfiriklenip duruyor. Etmeyeceksin ağbicim! Giymeyeceksin, söylemeyeceksin, düşünmeyeceksin..

Ben de diyorum ki tam da bu nedenle cezada indirim değil bindirim yapılmalı.

Böyle bir savunma getirildiği anda 24 mü normalde, al sana 34 denmeli. Kadın hakları adına normal cezanın üzerine bir on yılcık daha yat sen denmeli. Madem İstiklal Marşı’nı beş sayfa boyunca yorumlamak gibi “pek” entelektüel cezalar veriyoruz, eh elemana “feminizm tarihi” konulu bir kitap da yazdırılsın o zaman. İyi yazamadın mı bir on yıl daha. Bugünlere kolay gelinmedi, senin gibi bir düdüğe yedirecek değiliz denmeli.

Muhafazakarlaşma deyince tabii akla hiç böyle detaylar gelmiyor di mi?

Gelmiyor. Kadına kadın demeyelim, bayan diyelim yeter. Tuvalet ve kadın. İki cıs kelime. Aman diyeyim. Gerisi teferruat...







Mutlu Tönbekici-Vatan

Dilek Ağacı

Hırs ve sersemlik üzerine........


Bir Hintli gezgin, çok güçlü bir “dilek ağacı”nın varlığını duymuştu.
Yıllarca onu bulmak için gezdi dolaştı. Çok yorulmuştu.
İlk gördüğü ağacın gölgesine uzanıverdi. Uykuya dalmadan önce aklından son geçen, “uyandığımda şöyle güzel bir kuzu olsa da oturup yesem”di.
Biraz sonra nefis bir et kokusuyla uyandı. Bir kuzu kendi kendine ateşin üzerinde dönüyor, yanında çeşitli baharatlar da yemeğe oturacak olanı bekliyordu.
Gezgin önce olanca açlığıyla kuzuya saldırdı. Yemeye başladıktan sonra aklı başına geldi. Dilek ağacını bulmuştu!
Emin olmak için aklından geçirdi: “Yıllardır aynı giysilerle geziyorum, şunların yerine şöyle güzel giysilerim olsa...”
Gözünü kapadı, bir süre kapalı tuttu...
Sonra gözlerini açıp üstüne başına baktı. Bütün giysileri değişmişti. Üzerinde en zengin beylerin giydikleri türden giysiler vardı.
Evet. “Dilek ağacı”nı bulmuştu!
Bu arada kuzuyu yemeye devam etti. Bitirdikten sonra, aklından “şimdi bir kahve iyi gider” düşüncesi geçti.
Cezve ile fincan hemen önünde belirdi.
Kahvesini höpürdetirken aklından geçirdi:
“Güzel bir at olsa da dönüşte yorulmasam...”
Mükemmel bir at önünde duruyordu.
Gezgin yine aklından geçirdi: “Şöyle bir küp altın olsa da bundan böyle rahat etsem...”
Altın dolu küp, önünde hazırdı.
Aklına başka bir mesele geldi: “Yıllardır kadın yüzü görmedim, şöyle hoş bir kadın olsa... Hatta iki, üç kadın olsa...”
Üç güzel kadın hemen çevresini alıverdi..
Bir süre geçtikten sonra yine midesi kazındı:
“Şöyle birkaç cins tatlı olsa da damağım, ağzım bir tatlansa...”
Tepsilerle tatlılar hemen önüne dizildi.
Tatlıları silip süpürdükten sonra gezginin üzerine bir rehavet çöktü. Göz kapakları ağırlaşıyor, kendi kendilerine kapanıyordu. Dayanamadı, tekrar ağacın gölgesine uzandı.
Son olarak “buralarda kaplan da vardır.........” diye aklından geçiriyordu...

Biraz da Astroloji

Astrolojide juno bizim eş ruhumuzdur,


Doğum Yılınıza göre Juno'nuz nerede?


1 Ocak 1965 - 1 Ocak 1966 03 ° Oğlak 08 '
1 Ocak 1966 - 1 Ocak 1967 27 ° Kova 52 '
1 Ocak 1967 - 1 Ocak 1968 12 ° Aslan 29 '
1 Ocak 1968 - 1 Ocak 1969 04 ° Akrep 43 '
1 Ocak 1969 - 1 Ocak 1970 17 ° Yay 43 '
1 Ocak 1970 - 1 Ocak 1971 04 ° Kova 40 '
1 Ocak 1971 - 1 Ocak 1972 16 ° Boğa 37 '
1 Ocak 1972 - 1 Ocak 1973 15 ° Terazi 45 '
1 Ocak 1973 - 1 Ocak 1974 02 ° Yay 55 '
1 Ocak 1974 - 1 Ocak 1975 16 ° Oğlak 02 '
1 Ocak 1975 - 1 Ocak 1976 22 ° Balık 28 '
1 Ocak 1976 - 1 Ocak 1977 18 ° Başak 53 '
1 Ocak 1977 - 1 Ocak 1978 17 ° Başak 30 '
1 Ocak 1978 - 1 Ocak 1979 29 ° Yay 27 '
1 Ocak 1979 - 1 Ocak 1980 22 ° Kova 00 '
1 Ocak 1980 - 1 Ocak 1981 25 ° Yengeç 09 '
1 Ocak 1981 - 1 Ocak 1982 00 ° Akrep 35 '


Partneriniz nasıl biri?
Juno'nuz Koç’ta ise,
Partner çabuk öfkelenme eğilimde ve agresif bir yapıda olacaktır. Aynı zamanda iddialı ve aktif bir karakterdir. Spor veya sporculuk ile uğraşabileceği gibi, sert, gergin ,kavgacı hatta baskın özellikli , yönetmeyi seven dominant bir eş dahi olabilir. Burada Juno eşinizin yaşamdan zevk alış şekillerinde her ne olursa olsun hareketin ve enerjinin önemli olacağını göstermektedir.
Juno Boğa’da ise,
Sabit, yaşamdan zevk almasını bilen , maddi güvenlik arzusu içinde ve fiziksel olarak çekici bir eş veya partneri gösterebilir. Juno burada evlilikten sonra maddi güven ve gücün geleceği anlamına da gelebilir. Erkeklerde doğum haritasındaki Venüs ile birlikte eşin fiziksel olarak çok gösterişli ve çekici olabileceği, evlilik ile birlikte hayatta maddi konularda yükselişin geleceğini göstermesi açısından önemlidir.
Juno İkizler’de ise,
Bu konumda asla sessiz bir tiple evlenmemeniz gerekir. Çünkü aslında sizin ihtiyacınız olan, konuşkan, sizinle sürekli iletişime giren , akılcı ve entelektüel bir eştir. Bu etki sizin eşinizle, lise veya orta okul sıralarında karşılaşacağınız anlamına gelebileceği gibi akraba evliliklerine de işaret edebilir. Eğer bu kişi çok yönlü ve akıllıysa bunun aynı zamanda size yardımı olur. Juno’nun bu konumu sizin ikinci bir evlilik yapabileceğinizi gösterebileceği gibi , ruh eşiniz veya ruh ikizinizle de karşılaşma şansınızın olduğunu gösterebilir. Burada belirleyici Venüs’ ün Juno ile ilişkisi ve açılarıdır.
Juno Yengeç’te ise,
İhtiyacınız olan hassas, duygusal ve size bakıp ilgilenebilecek bir partnerdir. Partneriniz sizinle sonuna kadar ilgilenecek ve sizin duygusal durumunuz onun için herşeyden daha önemli olacaktır. Erken yaşlarda karşınıza bu kişilik çıkabileceği gibi karmanızdan gelen sizi travmatik bir olay sonucu kaybedip , yeniden yaşamınıza sokmaya çalışan sevgi dolu ve neşeli bunun yanında sağlık olarak biraz sönük, sızlanmaktan hoşlanan evcimen bir kişiliği de gösterebilir.
Juno Aslan’da ise,
Partnerde gösterişe düşkünlük, yaratıcı eğilimler ve neşeli bir tabiat gösterecektir. Kişi adeta sahnede imiş gibi tavırlar sergileyebilir.Ama diğer bir şekilde bu kişi kendini beğenmiş, patronluk taslayan, olgunlaşmamış tavırlar içerisinde biri de olabilir. Özellikle Juno sert açılara maruz kalmışsa, her şekilde utangaç ve bir köşeye çekilmiş tiplerden uzak durmalısınız. Juno’nun Aslan burcundaki etkisi çoğunlukla enerjisini sizinle paylaşmaktan çok hoşlanan ,gece hayatı veya lükse düşkün özellikli , flörtçü bir eşinizin olacağını gösterebilir. Bazen bu konumda eş hayatınıza ilk gelen flörtünüz olduğu gibi eşinizle birlikte çocuk sahibi olmaktan zevk almayı veya çocuklarla ilgilenen müşfik bir eş tipini de gösterebilir. Böyle bir pozisyonda Juno’nun açıları iyice incelenmelidir.
Juno Başak’ta ise,
İhtiyaç duyduğunuz partner, verimli, çok çalışkan ve sağlığınızla yakından ilgilenen biridir. Eşiniz size zaman zaman çok eleştirici yaklaşımlarda bulunabilir. Bu durum özellikle Juno’nun bazı stresli kare, karşıt ya da bazı kavuşum açıları etkisinde kalmasıyla güçlenir.Juno’nun Başak burcundaki etkisi aslında Venüs’ ün Başak burcundaki etkisine benzer diyebiliriz. Duygusallıktan ziyade , farkındalık ve akıl üzerine kurulan ilişkide aşktan çok çalışma hayatı veya iş , duyguların ötesine geçebilir. Burada Juno eşinizle iş veya özel bir hastahane ortamında tanışacağınız anlamına gelebilir.
Juno Terazi’de ise,
Gereksinim duyduğunuz eş , çekici, sosyal ve sanatsal duygusu olan biridir. Eşin hayattan zevk alan ve yaşamınıza gelişiyle beraber önemli kişisel değişimler geçirmenize sebep olabilecek özelliklerde olduğunu gösteren Juno-Terazi birleşimi , sevgi ilişkilerinde her şeyden ve sizi herkesten çok daha fazla sevebilecek bir eş getirirken , eşinizin toplumsal anlamda hatırı sayılır bir gücü olabileceğini de ifade edebilir .
Juno Akrep’te
Partner gizemli ve herkese çekici gelen bir kişilik sergiler. Cazibe hat safhadadır. Cinsel olarak uyum zorunlu bir beklentidir. Eşiniz muhtemelen gizemli , aynı zamanda maddi olarak güçlü ve cinsel olarak doyumsuz bir kişilik olacaktır. Bu gezegensel döngü zaman zaman obsesif kıskanç bir eşi gösterirken, eşiniz ile aranızda bitmemiş bir karma bağlantısı olduğu anlamına da gelebilir.
Juno Yay’da ise,
Partner tamamen farklı bir geçmişi olan biri eğilimi gösterebilir. Ya da bir yabancı olabilir. Yay burcu olmasa da, iyi eğitim almış, uzun yolculuklara çıkmayı seven, çok konuşup az dinleyen bir tip olabilir. Partnerinizle birlikte duygusal yaşamınızda felsefi noktalar bulmak ve entelektüel özellikli kendini sürekli geliştiren bir partner , Juno’nun Yay burcundaki genel özelliklerinden yalnızca biridir.
Juno Oğlak’ta ise,
Bu konumda, işleri iyi organize eden, yardımcı ve pratik nitelikli bir partner arıyorsunuz. Ancak duygular konusunda aynı yardımı alamayabilirsiniz. Duygusal olarak zaman zaman içe kapanık ve aşırı güven verici baba motifli bir eş hayatınızda sizi bekliyor olabilir. Çoğunlukla eş , yaşamın ikinci dönemi 28 yaş sonrasında ve çoğunlukla bir tesadüf eseri karşınıza çıkar. Bu etki ölümsüz bir aşkın bitebileceği ve aşkın ızdırabından kaçan kişiliğin mantığını kullanarak, hayatında kendisine kendisinden çok daha fazla değer veren bir partner ile evleneceği anlamına gelebilir.
Juno Kova’da ise,
Juno’nun Kova burcundaki etkisi oldukça karışık olabilir. Marjinal , yalnızca akla ve entelektüel zekaya önem veren bir eşiniz olabileceği gibi eşiniz sizin eski bir yakın arkadaşınız da olabilir. Her ne olursa olsun eşinizle kalabalık bir grup toplantısında tanışabileceğiniz gibi, Juno eşinizle bir klüp gibi sosyal bir ortamda da tanışacağınız anlamına gelebilir. Bazı durumlarda eşinizin sosyal içerikli bir klüpte veya dernekte görevi olabileceğini eşinizin sosyal yaşamı sebebi ile bazen ilgi eksikliği yaşayabileceğinizi gösterir. Her durumda Juno’nun Satürn’ e olumlu transitleri eşinizin sizden önceki evliliğinden gelen bir çocuğunun olabileceği anlamına gelebilir. Her ne olursa olsun eşiniz toplumsal bir savaşçı, biraz tuhaf ama iyi bir insan olacaktır.
Juno Balık’ta ise,
Juno’ nun bu konumu hayalde yaşatılan bir partnerden bahseder. Hayal gücünün susmaması ilişkilerde , gerçeğe dönüşen ve evlenilen partnerde hata aranmasına neden olur. Eğer eksikli görülen bir nitelik var ise, hemen kolaylıkla hayalden eklenebilir. Bu konumdaki kişilerin biriyle evlenirken çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü onlar için çok üzülebilir, ya da onları fazlasıyla korumaya çalışabilirler. Bu görünüm eşin fiziksel bir problemi olabileceği gibi , ruhsal anlamda sizi tam anlamıyla duygusal olarak tatmin eden bir partnere işaret edebilir. İlişkinizin boyutu sizin tahminlerinizden bile iyi olabilecek bir eşe veya sevgiliye işaret eden Juno-Balık etkisi , eşiniz olabilecek kişiliğin uzun bir süre size platonik yoğun bir sevgi besleyebileceği anlamına da gelebilir.

3 Mar 2010

"Karım beni çamaşır suyuyla yıkıyor"

"Karım beni çamaşır suyuyla yıkıyor"

Polis memurundan hakimi bile şaşırtan boşanma gerekçesi

Ankara’da bir polis memuru, eşinin aşırı titiz olduğunu gerekçe göstererek boşanma davası açtı.


Hürriyet Gazetesi'nin haberine göre, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde polis memuru olarak görev yapan bir çocuk babası F.K., temizlik hastası olduğunu söylediği eşi N.K.’nin, kendisini leke çıkarıcı Domestos’la yıkamasını gerekçe göstererek, boşanma davası açtı. F.K., beş yıllık eşinin, yiyecekleri elmayı bile çamaşır suyu ile yıkamasını da boşanma gerekçesi olarak gösterdi.



Üniformamı ve silahımı çöpe attı



Eşinin kendisini eve almadığını ve ölümle tehdit ettiğini belirten F.K., şunları söyledi: “Eşim temizlik hastasıdır, sabahlara kadar evde temizlik yapar. Komşularımız da şikâyetçi. Bu yüzden tedavi görüyordu ama yarıda bıraktı. Sudan bahanelerle kavga çıkarıyor, beni ölümle tehdit ediyor. Son tartışmamızın ardından kavga etmemek için evden ayrıldım. Kardeşimde kaldım, kardeşimi bile arayıp hakaret etti. Diğer gün gittiğimde beni eve almadı. Meslektaşlarımla eve giderek resmi üniformamı ve silahımı almak istedim. Bizi saatlerce kapıda beklettikten sonra üniformamı ve silahımı çöp kutusunun içerisinde kapının önüne koyarak teslim etti. Bu olaya meslektaşlarım şahittir.”



Yengem bizi koltuğa bile oturtmaz



Ankara 5’inci Aile Mahkemesi’nde geçen hafta görülen duruşmada tanıklar dinlendi. F.K.’nin kız kardeşi G.K., “Bir gün ağabeyim bize geldiğinde gözleri kızarmıştı. Ne olduğunu sorduğumda, ‘Banyo yaparken karım başımdan aşağıya bir şey döktü, gözlerim ve vücudum yandı. Ne olduğunu sorduğumda karım, ‘Domestos’la yıkıyorum mikropları öldürüyor’ dedi’ yanıtını verdi. Yengem temizlik hastasıdır, bu yüzden evine kimse gitmez. Gittiğimizde sürekli temizlik yapar koltuklara kimseleri oturtmaz” dedi. Duruşma karar için ertelendi.



Yorumlar


Misafir04.02.2010 10:22

böyle hastalıkları olanlar var gerçekten adamın işi zor
Misafir04.02.2010 10:16
9.50 yorumuna 10 dakikadır gülüyorum : )))

Misafir04.02.2010 09:54
gülmeyin aynı sorunları bende 20 yıldır yaşıyorum,bu da allahtan.bu hastalık hiç bir hastalığa benzemez tedaviside yok .sürekli ilaç la uyutma sakinleştirme azalabilir ama asla bitmez.eşekten düşenin halini eşekten düşen bilir örneği bu durumu anlamaya çalışmayın

Misafir04.02.2010 09:51

temizlik imandandır :))))))))
Misafir04.02.2010 09:50
boşanmadan önce, göz yakmayan farklı deterjan deneyin belki yuvanız kurtulur

Can Yücel

En uzak mesafe ne Afrika’dır
ne Çin ,ne Hindistan
ne seyyareler
ne de yıldızlar geceleri ışıldayan
En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir
Birbirini anlamayan


Can Yücel

Tesadüfler ki tesadüf değildir....

Günler birbirini tutmuyor. Değil günler, saatler birbirini tutmuyor. Her anın kimyası başka. Gün içinde dört mevsimden geçiyoruz aslında. Mutasavvıfların yüzyıllardır söylediği gibi "her an başka bir şan üstüne kurulu". İnsan olmanın kuralı bu. Kâh çıkıyoruz tepelere, devasa enerji dalgaları üstünde ustalıkla sörf yapıyoruz. Kıyıdan bizi izleyenler gıpta ediyor maharetimize. Öyle bir hâl geliyor ki üstümüze, değmeyin keyfimize. Etrafımıza ışık, inanç ve iyimserlik saçıyoruz. Böyle anlarda girişimcilik yapsak, en yenilikçi hamleleri gerçekleştiriyoruz. Böyle anlarda kararlar almaya kalksak, en cesur adımları atıyoruz. Dünya bir futbol topu oluyor dizimizin üstünde, saydırıyoruz. Bir deli enerjiyle büyüyoruz, dışımızdaki her şey minnacık kalıyor. Ehemmiyetsiz. Etkisiz.


Engellerin üstünden atlıyor, basamakları üçer beşer çıkıyor, yorulmak nedir bilmiyoruz.

Kâh çukurlara yuvarlanıyor, en diplere iniyoruz. Gribe yakalanır gibi alınganlık hastalığına yakalanıyoruz. Derimiz inceliyor, direncimiz azalıyor. Başlıyoruz önümüze gelene çatmaya, kızmaya, içerlemeye. Boyutlar değişiyor aniden. Biz "küçük" kalıyoruz, küçük ve yetersiz, bizim dışımızdaki her şeyse fazla büyük, fazla ağır, fazla kallavi, fazla işte... Normalde canımızı sıkmayan ayrıntılar büyüteç altına alınmış gibi irileşiyor gözümüzde. Kıymık, odun oluyor nazarımızda. Tüy, kaya oluyor omuzlarımızda. Damlada boğuluyor, meltem esince üşütüyor, buluttan nem kapıyor, çakıl taşına takılıp tökezliyoruz. Hani az evvel dalgaların üstünde sörf yapan biz değiliz sanki.

Ne oldu da pat diye yuvarlanıverdik karamsarlık çukuruna, bilmiyoruz.





Dışarıdan bakınca hep aynıyız ama içimiz renkten renge, halden hale giriyor. Bir anımız bir anımıza uymuyor ki. Şu anımıza şahitlik edenler ile bir sonraki anımıza şahitlik edenlerin gördükleri de farklı olabiliyor. En yumuşak ve uyumlu hâlimizle bizi görenler sanıyorlar ki hep öyleyiz. En hırçın ve huysuz hâlimize denk gelenler de zannediyorlar ki hep böyleyiz. Halbuki ne o ne bu. Her an her saniye değişmekteyiz.

Peki "her an başka bir şan üstüne kurulu" ise bu değişimin ne kadarı bizim elimizde, ne kadarı değil?

Gelin bu yazıyı okuduktan sonra bir deneme yapalım.

Kapatın gazeteyi, kapatın gözlerinizi, kapatın dış sesleri. Kapatın içinizde durmadan vıdı vıdı eden ve tüm dünyada mistik akımların "aç bir maymun"a benzettiği beyninizin düğmesini. Susturun zihninizi. İndirin şalterleri ve durun. Beyniniz muhtemelen hoşlanmayacaktır bu yeni halden, isyana kalkışacaktır hemen. Evhamlar, vesveseler, öneriler, fikirler üreterek dikkatinizi dağıtmaya çalışacaktır. Oralı olmayın. Yakalayın maymunu kuyruğundan, bağlayın en yakın ağaca. Dursun oracıkta. Yapılacak işleri, yetişilecek yerleri, verdiğiniz sözleri, vazifeleri, payeleri, kariyeri, aileyi, hırs, heves ve emelleri unutun. Sadece durun. Bir an, bir sonsuz an için durun. Ve sonra.... o beyazlıkta, o som mutlaklıkta sevdiğiniz birini düşünün. Yoğun bir şekilde. Çağırın onu dünyanıza. Belki beş, belki on dakika.

Sonra bekleyin. Maymunu ağacından çözmeyi ihmal etmeyin. Ne de olsa fazla kalamaz o vaziyette. Derken bir telefon, bir email, bir işaret, bir alamet, uzaktan bir selâm... Muhakkak ki bir şey gelecektir az evvel yoğun olarak düşündüğümüz insandan. Şaşıracağız o zaman. "Ne tesadüf!" diyeceğiz. "Ben de şimdi seni düşünüyordum."

Peki ya sahi tesadüf dediğin nedir? Bireysel hayatlarımızda tesadüflerin rolü nedir? Ya insanlık tarihinde? Beklenmedik rastlantılar "tesadüf" müdür yoksa "tevafuk" mu? Ayrıntılar bütünü ne kadar etkiler? Pascal'ın bu konuda meşhur bir hipotezi vardır: "Eğer Kleopatra'nın burnu biraz daha kısa olsaydı dünyada her şey farklı olurdu!". İddiaya göre Kleopatra'nın burnu çok alımlıymış, kendisi ise erkekleri çeken bir mıknatıs. O burun o kadar çekici olduğu için Sezar'dan Mark Anthony'ye nice kudretli erkeği kendine meftun etmeyi başarmış.

Kleopatra'nın burnu biraz daha kısa ya da küt olsaydı o dönemde ne bunca savaş olurdu, ne böyle kanlı iktidar ve aşk mücadeleleri.

Tarihin kocaman çarkında bir bireyin burnunun rolü ne olabilir demeyin.

Katrede, derya saklıdır.

Bireyde, bütün saklıdır.

Zerrede, kâinat saklıdır.

Damlada, yağmur saklıdır. Enerjilerimizdeki iniş çıkış hem bizi hem etrafımızı yakından etkiler. Bu yüzdendir ki değişim ancak içeriden ve BEN'den başlayabilir. Bireyden. Kendisine toz kondurmayıp, hep başkalarını eleştirmeye, hep dışarıyı değiştirmeye kalkan her türlü ideoloji, kibir ideolojisidir. Tüm bunları okuduğunuzda hak veriyor ya da saçma buluyorsanız, unutmayın ki yarın aynı yazıyı okuduğunuzda farklı hissedebilirsiniz. Çünkü her an başka bir şan üstüne kuruludur.
 
Elif Şafak

Kırmızı Başlıklı...

Duvaksız gelin süzülür kahvaltı bilmez üzülür

Duvaksız gelin süzülür kahvaltı bilmez üzülür

Ben bir kadını kahvaltıda test ederim..
Kadın okumuş veya okumamış, zengin veya fakir, güzel veya çirkin, akıllı veya beyni moda sektörüne, estetik uzmanlarına ipotekli..
Benim için fark etmez..
“Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al..” türü kalıplarla da işim olmaz..
Kadın benim gözümde testi geçebilecekse dört dörtlük kahvaltı hazırlayabilmeli..
Bu köy yeri için de böyledir, şehir yeri için de..
Köyün kızı tandırın başına oturdu mu sacın üzerindeki yufkayı, İspanya arenalarında bir matadorun pelerin çevirmesi gibi çevirebilmeli..
Elin adamına “Eli içeride, saçı dışarıda..” dedirtmemeli..

Şehirli kadının kahvaltı hazırlamakta seçeneği çok fazla olduğundan onlara karşı daha sıkı dururum..
Köy kızında görmezden geldiğim hatayı, şehir kızında yakaladım mı affım yoktur..
Kahvaltı konusundaki hassasiyetimin sebebi şudur..
Yemek yapmayı iyi kötü herkes öğrenebilir.. En budala ev kızı bile anasına baka baka üç beş tarifi kapabilir..
Ama lezzetli yapar ama lezzetsiz..

Kahvaltı ise bambaşka bir konsepttir.. Renklidir, neş’elidir, sınırsız seçeneği vardır.. Hepsinden önce de “sunuş” denen olay fark yaratır..
Gözü, gönlü doyuran odur.. İşkembe nasıl olsa dolar..
DOMATES SÖĞÜŞ
Kadın kahvaltısını iddialı biçimde hazırladı ve sofraya buyur etti..
İlk baktığım şey o sofrada yeşillik türü şeylerin, domatesin, salatanın, taze biberin olup olmadığıdır..
Eğer kadının “kahvaltı fikrinde” salata malzemesine yer yoksa koyuver yakasını gitsin.. Onunla asla evlenilmez..
Haaa! “Elim mecbur.. Ambalajının lastiği patladığından, hediyelik paket dağıldığından..” diyeceksiniz, o zaman başka..
Nikâhı kıyarsın ama uğradığın maddi manevi kaybı telafi etmesi için aldığın kadını evlere temizliğe gönderirsin..
Pekiii.. Domatesi doğrayıp, kahvaltı masasına koymayı akıl eden bir kadınla evlenilir mi?
Bunun cevabı çok önemli..

Eğer domatesi kışlık odun gibi doğramış da odun ardiyesine yığar gibi tabağa yığmışsa, o kadın benim gözümde yanar..
Kendini bilen şuurlu bir kadın, herifine kahvaltı hazırlayacaksa saatini kurup sabaha karşı dört sularında uyanır..
Mutfağına girer.. Domatesleri çıkarıp teker teker kabuklarını soyar..
Kabuk inceliği için de ölçüler var.. Soyulmuş domatesten artan kabuk kadınların giydiği kombinezon şeffaflığında olmalı..
Gözüne dayayıp da altından baktın mı öbür taraftaki mutfak raflarını görebilmelisin..
Kadın domatesi odundan yonga çıkarır gibi soyuyorsa koyuver yakasını..
Nikâhı kıyarsan kıy.. Orasına karışmam ancak düğün masrafını çıkarmak için kışın Hasan Dağı’na oduna göndermek zorunda kalırsan gelip bana ağlama..
Sabah dörtte kalkıp, kahvaltılık domates hazırlama tarifine devam ediyorum..
Zarları temizlenen domates ince ince doğranmalı ve bir kayık tabağa yatırılmalı.. Bir başka tabakta ise sosu hazırlanmalı..
Bir kaşık sızma zeytinyağı, bir tatlı kaşığı sirke, bir tatlı kaşığı soya sosu, yarım sulu limon.. Sosun sıvı malzemesi bu..
İçine de kekik, karabiber, sumak, mahlep ve kimyon dökülmeli.. Bir miktar çırpıp dinlenmeye bırakmalı..
Sos dinlenirken ince kıyılmış kuru soğan bir tavada ölene kadar çevrilip, domateslerin üzerine yerleştirilmeli..
Geriye sosu üzerlerine dökmek kalır..
SÖĞÜŞ SALATA
Lakin hazır sosu domates dilimlerinin üzerine hemen dökmek tembel kadın işidir, yüz puanlık bir kahvaltının on puanını orada götürür..
Şuurlu bir ev kadını sosu dökmek için müezzinin sabah ezanını okumasını bekler.. Ondan sonra dökülen sos domatesi sulandırmayacağından işe yarar..

Bu arada bir başka tabağa salatalık ve maydanozdan oluşan karışım hazırlanmalıdır..
Salatalık illa ki Çengelköy bostanlarından çıkmalıdır.. İyice yıkandıktan sonra dilim dilim kesilmelidir..
“Nikâha elverişli ev kızı” ile “dangoz ev kızı” arasındaki farkı çıkaran önemli ölçülerden biri de budur..
Aldın bıçağı eline, salatalığı tekerlek gibi dilimledin.. Tabağa yığdın.. Bu olmaz işteee..
Tabağına kaç salatalık doğrayacaksan hepsi bir boyda, bir kalınlıkta olacak.. Çengelköy salatalığında bunu yapabilmek kolaydır..
Sonra o seçilmiş salatalıklar aynı kalınlıkta kesilecek.. Genişlik ve kalınlık için ölçü olarak Cumhuriyet Ata altını ideal modeldir..
Bu ebatlarda, itinayla kesilmiş salatalıklar bir kayık tabakta servis edildiğinde kuyumcu dükkânı vitrininde duran Cumhuriyet Ata altını gibi zengin bir görünüm verir..
Sunumdan önce salatalıkların üzerinde üzerine inceden zeytinyağı gezdirilmeli ve bir miktar yaban kekiği serpilmelidir..
Daha da ideal olanı o tabağı diğer yeşilliklerle süslemektir..
Yaprakları 3.7 milimetre eninde kesilmiş maydanoz ile bir miktar dereotu bu işe uygundur..

Vedat Milor ustam bu iş için güneşi otuz beş derece eğimli alan, alt tabakalarında kireç ve kaya örtüsü bulunan arazilerde yetişen maydanozları tavsiye ediyor..
Kahvaltıya bu kadar özenecek bir kadın bizim memleketten çıkar mı bilmem ama heveslisi varsa Kuzey İtalya’nın Pomerol vadisine kadar gidip bu maydanozu bulabilir..
Tabii Petrus üreticilerinden maydanoz ekecek yer kalmışsa..
Hazırlanan maydanoz ve dereotu salatalığın üzerine rastgele serpilmez..
Ot yerleştirme işi Versay Sarayı’nın doğu bahçelerindeki yeşil alan düzenlemesi ölçü alınarak yapılırsa tabak şık durur..
Bakın bu verdiğim tarifler, kahvaltı masasına konması gereken sadece iki tabak için.. Gerisine gazete sayfaları yetmez..
Bırakın komple bir kahvaltıyı sadece şu iki tabağı hazırlayabilecek bir kadına da paha biçilmez.. Ne demek istediğimi siz erkekler anladınız..
Kadın haklarına saygılıyım..





Selahattin Duman

Kezban Pariz'de

son cümleyi ben de hep söylerim:)

Kezban Pariz'de

Geçen hafta ‘birazcık parayı elde tutup biriktirmenin âlemi yok’ mevduat hesabımdan faydalanarak Memo’yu Euro Disney’e götürdüm. Oradan da üç gün ‘lâvuk’ Fransızca’dan Türkçe’ye geçme midir sıkıntımın bolca yaşandığı kent merkezine geçtik.

Birçoğunuz Paris’e gitmiştir, ancak hem çocuk yıldız olarak bu sınırlarda iş hayatıma başladığımdan, hemi de yıllık izin ve tuman denkleştirememe mağduru olduğumdan dolayı ilk kez gitmiş bulundum.

Paris’in orta yerinde çocuk kaybetmenin ne demek olduğunu bir tek orada çocuk kaybeden sayılı vatandaşlar bilebilir. Bu bir.

İkincisi, ki bunu birinciye de bağlayacağız ilerleyen dakikalarda; suratsız ve son derece kaba (bir Çin lokantası garsonu kıvamında) Fransız tezgâhtarlarına rağmen Paris indirim haftasında kaba etlerini savura savura, burun deliklerinden sıcak hava alıp boğa gücüyle tazyikli soğuk hava püskürten alışveriş manyağı, milyonlarca dünya vatandaşının düştüğü insanlık dışı manzaranın arasında kalmanın ne demek olduğunu da Türkiye’de sosyeteden hallice butik sahibi hanım gadınlarımız tahmin etsinler. Zira butik sahibi hanım gadınlarımızın en havalıları, bir de yeni havalananlar, hani o Ahmet Hakan’ın yazdığı yeşil sermayeli hanum gadunlarımıza goştura goştura Şaneller, Diyorlar pekiştiriyollardı.

Bu kalabalığın en feci olduğu La Fayette alışveriş şeysinin ben taa orta yerine kurulu olan otelimize varmak için yürürken, kalabalığın arasında birden bire Memo’nun kaybolduğunu fark ettik arkadaşım Karina’yla. (Karina’nın zaten ne akla hizmet çocuklu bir insanla böyle bir geziyi kendine zehir etme gayretinde olduğunu anlamadım ama ikimiz iki yandan tam 45 dakika Paris’in orta yerinde böğüre böğüre Memo’yu aradık.)

Bir daha Edirne il sınırından bir metre uzaklaşmamaya karar verdiğim, bu gerizekâlı gezinin 10 yıla bedel kayboltma macerasının 45 dakikasının ilk beş dakikası fazla korkulu geçmiyor.

10 dakikadan sonra coşku başlıyor.

15 dakikadan sonra hafifçe seslenmeleriniz 20’nci dakikaya geldiğinde böğürmeye dönüşüyor, nereden geldim diye kendinize küfretmeye başlıyorsunuz. Gerisi çorap söküğü gibi geliyor; çocuğunuzun yaşadığı korkuyu düşünerek elinizi kemirmeye, 30’uncu dakikadan sonra da ağlamaya başlıyorsunuz. Bunları vücudunuz teker teker size anlatıyor; mesela ‘evet ilk yarım saat geçti, ağlamaya başlayabilirsin’ diyor, ya da 40’ıncı dakika ‘zangır zangır titremeye başla’ diye emir geliyor.

Bir yandan çocuğa elinizi tutmadığı için süper öfke duyup, bir yandan da ararken, ara ara ‘Kaybolması iyi olabilir mi acaba, fena da ülke değil hani, zaten hiçbir lafımı dinlemiyordu’ derken yakalıyorsunuz kendinizi. 20’nci dakika kendimi yolun ortasına atıp polis arabasını durdurup ‘vulevu kuşe avek mua’ dediğimiz polisler, bütün bu marka manyağı olmuş hayvanoğlu hayvan dünya vatandaşlarının arasından bir şekilde Memo’yu buldukları haberini veriyorlar. Film müziğiyle yanına koşturduğum Memo’yu sokak ortasında müstehzi bir gülümsemeyle insanlara ‘mam, kayboldu, may mam’ derken, gayet de soğukkanlı yakalıyorum. Ona söylediğim ilk laf, gözyaşları arasında ‘sen niye ağlamıyosun eşşooleşşek’ oluyor.

Cingenliği Paris’e ilk getiren Türk olmadığım muhakkak. İnsanların çoğu zaten birkaç cümle biliyor, ‘çocuk’ diyor soranların pek çoğu çat pat Türkçe’yle.

Şimdi, Avrupa Birliği’ne girmememiz için bir adım daha atan ben ve Memo, acaba Avrupa Birliği bizi ısrarla istese acaba tekrar gider miyiz, bu naylon ve polyester markalar diyarına.

Abicim, yapın artık şu kentsel dönüşümü, elâlem bir boklu derenin yanına çivi çaktırmadığı için şehrini şahane marka yapmış, size yemin ederim, 100 yıllık bir geyiktir bu, ama şu ülkenin daşına doprağına, hatta gecekondusuna bile gurban olam. Aha da size yemin. Üstelik Tahtakale’deki tişörtlerin hepsi, on basar topuna.


Ayça Şen

Selin

Ufak şeyler

Ufak şeyler


Sıcak bir yaz gününde tahta iskelede yüz üstü oturup dipteki balıklara bakmayı seviyorum. Suyun içine girdiğimde de gözlük ve paletleri takıp dipte dolanmayı seviyorum. Denizanalarını paletimle uzaklara ötelemeyi seviyorum. Suyun içindeyken, dipte elime aldığım pet şişeyi sıkıp içindeki havayla idare edecekmiş gibi yapmayı da. İşyerinde 'iş' arkadaşlarımın arkasından yaklaşıp bacaklarına 'Köpek saldırısı' diyerek saldırıp onları korkutmayı da seviyorum.

.... Şehirler arası yolculuk yapmayı seviyorum. Şehirden uzaklaşırken bütün nefret ettiğim (aslında tam da nefret değil, tiksinme sanırım) insanları sanki o ayrıldığım şehirde bıraktığımı düşünmeyi seviyorum. Kuş beyinli insanlarla konuşmayı seviyorum. Bana yaşama sevinci veriyor. Bu kadar az beyinle bu kadar iyi yaşayabildiklerini görüp, geri zekâlılar da mutlu bir şekilde yaşayabiliyor demek deyip seviniyorum kendi kendime.

Tavşan gibi uyumayı

Geciktiğim bir yere acele etmemekten hoşlanıyorum. 40 dakika gecikmişim zaten. Sert araba koltuklarını seviyorum. Arabanın içinde havalandırma ayarlarıyla oynamayı da seviyorum. Koltukta otururken sağa sola yaylanıp devrilmeyi seviyorum. Sakallarım da var. Oldum mu hacıyatmaz. Uyurken ayaklarımı kıpırdatmayı seviyorum. Uyandığımda aniden kalkmaktan hoşlanıyorum. Tavşan gibi uyumayı seviyorum. Vapurda uyuyakalıp ağzımdan süzülen salyayı silerken etrafıma bakışımdaki özgüveni seviyorum (Başka bir zaman bulamadığım bir şey).

Denizi seviyorum. Boş boş bakmak istiyorum. Uçak yolculuklarında pilotu alkışlamayı seviyorum. Alkışlamayı başlatan goygoycu olmaktan hoşlanıyorum. Alışveriş merkezleri girişlerindeki güvenliklere karşı insanların tavırlarını izlemeyi seviyorum. Kendini çok önemli gören insanları izlerken eğleniyorum. Kedileri birilerine benzetmeyi seviyorum. Kedilerle boş boş oturup takılmayı seviyorum. Kafasının tepesi sıcak kedilere hayranlık duyuyorum. Sokakta yürüken sokak köpeklerinin benden kıllanıp bana havlamalarını seviyorum, seviyorum ama korkuyorum. Korkuyu bekliyorum.

0.5 kalemle temizliği

Vapurda yüksek sesle hapşıran biri olduğunda dayanamayıp 'phahahah' diye gülüyorum, kendimi yalnız hissetmemeyi seviyorum. Güneş altında oturup pişmeyi seviyorum. Kendimi Eda Taşpınar gibi hissetmeyi seviyorum. Bülent Ersoy'un şekilsiz makyajlarına arkadaşlarımla gülmeyi seviyorum. Peruk takıp işte dolaşmayı seviyorum. Tırnaklarımı 0.5 kalemle temizlemeyi seviyorum. Bilgisayar kullanmadan önce ellerimi yıkamayı seviyorum.

Kazasız belasız şak diye kurulan bir donanım ya da programı hemen kullanmaya başlamayı seviyorum. Eve geldiğimde kedimiz Tortor'la oynamayı Tortor'dan çok sevmeyi seviyorum. Kapıdan onunla oynamak için geldiğimi bilse kesin kıl olur bana. Güneşli günlerde sahilde boş boş oturmayı banka kıç yapıştırmayı seviyorum. Güneş altında sıcakta terlemeyi seviyorum.

.... Gülüyorum, güldükçe seviniyorum. .... Sağda solda duyduğum dandik cep telefonu melodilerini ağzımla 'büzüüü büzüüü' diyerek söylemeyi seviyorum. Kapüşonumu başıma geçirip teyze taklidi yapmayı seviyorum. Aynı malzemeyle bir de anında ninja olabilme ihtimalimi seviyorum.

Bir şekeri emmeyi

Kar yağan günlerde evden gram çıkmayıp karlar eriyene kadar evde 'kebap stori' yapmayı seviyorum. 'Dexter'ı iki-üç bölüm arka arkaya izlemeyi seviyorum. .....
... Sokakta travestilere bakan insanlara bakmayı seviyorum. Bunun benzeri olarak sokakta yürüyen güzel kıza bakan insanların yüzlerine bakmayı seviyorum. Kadınlara rastgele 'Ayakkabın güzelmiş', 'Küpen güzelmiş' deyip hemencecik sevinmelerini seviyorum. Bir şekeri alıp eme eme 10 dakikada bitirmeyi seviyorum. Boza içmeyi seviyorum, geceleri ellerimi arkada kavuşturup sokaktan gelen seslerin kaynağına bakarken karşı binadaki komşularla göz göz gelmeyi seviyorum.

Hepinizi samurda

Canlı yayın kazalarına tanık olmayı seviyorum. ..... Boğaz'dan geçen gemilere aynayla ışık tutmayı seviyorum. Aslında aynayla sokağa ışık tutma işini komple seviyorum. Beklenmedik zamanda gelen mail'leri seviyorum. Yanlış kişiye atılan mesajın bana gelmesini. Yalaka insanların başkalarına yalakalanmalarını izlemek hoşuma gidiyor. Konuşurken geğirmesi gereken insanların zor durumda kalmasına da gülüyorum.

İskelede kapıyı kapatan adamın acımasızlığını seviyorum. Bıngıldak, bezelye, cibinlik, Dudayev, Eusebio, heder, mekruh, mükerrer kelimelerini ayrı bir seviyorum. Sevdikçe gülümsüyorum... .....


Kaan Sezyum-Radikal

Başkaları ne der?..

Başkaları ne der?..

800 yıl önceki bir değerlendirme
Şeyh Sadi-i Şirazi 'nin 1257 yılında kaleme aldığı eşsiz eseri Bostan 'dan bir bölüm:

Dicle'ye çalışarak sed çekmek mümkündür.
İmkânsız olan kötü niyetlerin dilini bağlamaktır.
İster arslan, isterse tilki, insanlardan kurtulmazsın.
Yalnızlık köşesini seçip, kimseyle görüşmeyecek olursan, yaptığın "hiledir" derler, seni şeytana benzetirler.
Yüzü güzel, huyu canayakın olana ahlaksız diye iftirada bulunurlar.
Zengin olanın derisini yüzerler gıybet ve dedikoduyla, "Firavun gibi kendini beğenmiş ve mağrur" diye nitelerler.
Yoksulsa eğer, "uğursuz ve kara günlü" diye çıkarırlar adını. Sıkıntı çekiyorsa bir fakir, "beceriksizliğinden" derler.
Arzusuna kavuşmuş bir zenginin başına musibet taşı düşse, bunu ganimet bilir, "malına mülküne kibirliydi, mutluluğun ardından felaketin geleceğini düşünmüyordu, ne güzel oldu. Allah layık olduğunu verdi" diye konuşurlar.
Çalışan birini görseler, "ne kadar hırslı, hiç boş durmuyor, hep dünyaya çalışıyor" diye suçlarlar.
Çalışmayana, "tembel adam, hazıra konmak, başkasının sırtından geçinmek istiyor, ne olacak, dilenci!" diye aşağılarlar.
Sabreden, "korkak" diye nitelenir.
Yiğit olup kahramanca davranandan "deli bu adam" der, kaçarlar.
Gezemeyen, "karısının dizi dibinden ayrılmamış insandan ne fayda umarsın?" diye ayıplanır, adam yerine konmaz.
Gezgin olana, "serseri bir ayakla dünyayı geziyor" diye derisini yüzerler ve "azıcık serveti ve gücü olsaydı, ülkesini terk etmez, şehirden şehre sürülmezdi" derler.
Bekâr ise birisi, "bedeni yeryüzüne gereksiz bir ağırlıktır, yer onun yatıp kalkmasından inciniyor" derler.
Sevip evlenmeye kalkışana, "gönül yüzünden çamura düşen merkebe benzedi" diye konuşurlar.
Cömertlik yapana, "yeter! Yarın avret yerini örtmeye bez bulamaz, bir elini önüne, ötekini ardına tutarsın" derler.
Bulduğuyla yetinse, tutumlu olsa birisi, "bu alçak da babasına benzedi, o da biriktirdi, yanında götüremedi" derler.
Çirkine çirkin, güzele güzeldir diye sıkıntı verirler.
Kim güven ve huzur köşesinde rahatça oturabilir?

Tek çaresi vardır: Sabır.

Kitapsız Malikaneler

Yeni zenginlerimize ait evlerin dekorasyon dergilerinin sayfalarını dolduran ve “Boğaz’ın bilmem ne sırtlarındaki muhteşem villa” yahut “Mimar filancanın dekore ettiği feşmekana ait mekan” gibisinden başlıklarla tanıtılan sayfalar dolusu fotoğraflarına ibretle bakarım.

Tuvalet girişin hemen solundadır,sağ tarafta mutlaka mutfak vardır. Salon her biri marka olan ama oturduğunuzda bir türlü rahat edemeyeceğiniz, bir tarafı mutlaka bir yerinize batan koltuklarla doldurulmuştur. Etrafta şıngır şıngır cam objeler,özelliği olmayan ve bir işe yaramayan alakasız ama pahalı biblolar durur.Hele duvarlardaki tablolar…..Bir resim galerisi olduğu gibi eve taşınmış gibidir.

Yatak odalarında uyumak ise cesaret işidir.Dört kenarından tavanlara yükselen direklerin altında kalan devasa yatak uyumaya değil,sadece kabus görmeye yarar.

Sanki İstanbulda değil,Afrikadaki zengin kabile reislerinden birinin tatsız,zevksiz ve ruhsuz minik sarayındasınız..Ve bizdeki böyle evlerin neredeyse hemen hepsinin bir başka ortak özelliği vardır:Hiçbirinde kitap göremezsiniz. Okuyup bir şeyler öğrenmenin hatıra gelmediği,kitaptan,bilgiden,kültürden nasibini alamamış mekanlardır bunlar. Olması gereken kütüphanenin yerinde,geç kazanılmış paralar zevksizce raksetmektedir.

Bundan birkaç sene öncesine kadar zamanın yeni zenginlerinin,salonlarını metreyle satın aldıkları cildleri gayet şık ama içleri boş göstermelik kitaplarla süslemeleri adeti bile çoktan unutulmuştur.



Ev fotoğraflarının çıktığı dekorasyon dergilerinden Batı’da bir hayli vardır, özel mülklerin resimlerin onlarda da bol bol rastlanır ama bu evler para sayesinde değil,zevkle ve kültürle döşenmişlerdir.Bazılarının duvarlarında aile büyüklerinin tabloları asılıdır,etrafta imbikten geçmiş bir zerafet ve yerleşmişlik görürsünüz.Ve en önemlisi her birinde mutlaka gerçek bir kitaplık vardır,hatta bazıları koskoca bir salonu kütüphane haline getirmişlerdir, zira oraların hakiki zengini mutlaka okumuştur ve her zaman okur ve yeni bir şeyler öğrenmeye çalışır.

Bizimkiler pahalı ama hiçbir özelliği olmayan evlerini”Biz artık zenginiz,biryerlere geldik”mesajını vermek için teşhir ediyorlar diyelim, asıl mesele o evlerde kitaptan ve bilgiden habersiz bir halde yetişen çocuklar….O neslin geleceğini bir düşünün, eminim ürperirsiniz.
 
MURAT BARDAKÇI