Aynı yolu beraber yürüdüğümüzü sandığımız insanlar, aslında bize sadece gidecekleri yere kadar eşlik ediyor..
30 Oca 2014
Hiç kimse egosunu tamamıyla yenmiş olduğuna çok güvenmesin, çünkü o uzun süre derinlerde gizlenir de, bir elverişli durum bulur bulmaz gene ortaya çıkıverir. Tıpkı Aisopos'un masalında genç bir kıza dönüşen kedinin, masanın başında hanım hanımcık otururken yanıbaşından bir fare geçince herşeyi unutup atılıvermesi gibi.
Francis Bacon
Francis Bacon
29 Oca 2014
Jack Kerouac
Ben düşünmekten yoruldum, benim yerime de düşünür müsün? Benim yerime ilgilenir misin insanlarla, yalanla, ihanetle, yalnızlıkla? Geceleri birdenbire bastıran sağanak yağışlı korkuları alır mısın yamacımdan? Gündüz gözüyle sevemiyorum kimseyi. Yüreğimdeki bu düğümü çözebilir misin?
Mucizevi Mandarin
Sıkı sıkı yapışabileceğim, bağlanabileceğim bir şeyler aramıştım sürekli. Yaşamı yaşamaya değer kılacak bir inanç, bir düşünce, bir insan olmalıydı bir yerlerde. Bir sokaktan diğerine, bir kitaptan ötekine, bir bakıştan bir başka bakışa hep bu acınası, saf, tehlikeli inançla koştum durdum. Dünyayı adım adım kat ettim, gözüme ilişen her deliğe, çukura, kovuğa ellerimi uzatıp karış karış aradım. Avuçlarımda bulduğum hep boşluktu, kader çizgilerimin arasındaki boşluk. Yaşamı bütünüyle ıskaladım.
Aslı Erdoğan
26 Oca 2014
Kashyapa Mudra
Sanskrit mudra kelimesi, Türkçe'de "mühür" anlamına gelmektedir.
Mudralar el hareketleri, nefes teknikleri ve göz hareketleri şeklinde olabilir. Bedendeki farklı enerji kanallarını aktive ederek, fiziksel, zihinsel ve duygusal dengeleme sağlar.
Mudralar arasında en bilinenleri el mudralarıdır.
Parmaklarımız evrende bulunan 5 elementi temsil eder:
Baş parmak "ateş", işaret parmağı "hava", orta parmak "boşluk", yüzük parmağı "toprak" ve küçük parmak "su". Bu 5 elementin uyumlu oranda bulunması sağlıklı bir zihin ve bedenin korunmasına yardımcı olur. El mudraları bu beş elementin dengelenmesini sağlar.
Resimdeki Kashyapa Mudra'dır. Negatif enerjilere karşı koruyucu olarak ve negatif enerjisini hissettiğiniz insanlar arasındayken kullanılır.24 Oca 2014
Elde Hiç'le Kapı Kapı Dolaşmak
Yıllar önceydi, bir dostumla Çengelköy’de Çınaraltı’nda oturmuş sohbet ediyorduk. Birdenbire durup, etrafına bir baksana, deyiverdi:
Çevremizdeki insanlar ne kadar da hâllerinden memnun görünüyorlar. Birşey bildikleri, okuyup öğrendikleri yok, ama kendi hâllerince ne kadar da mutlular! Oysa biz, güya deliler gibi okuyoruz, sabahtan akşama tartışıp duruyoruz, bu arada birçok şey öğrendiğimizi de sanıyoruz ama buna karşın hâlimizden pek memnun olduğumuz söylenemez. Her şeyden evvel yalnızız, bu dünyada neler olup bittiğini anlamak için çektiğimiz onca ızdırab da cabası. Hiçbir şey bilmesek daha iyiymiş aslında. Baksana, her şeyden habersiz bir hâlde öylesine aptalca yaşamak, akıllı olmaya çalışmaktan daha keyifli görünüyor. Sanırım yanlış yoldayız.
Susup kalmıştım bu âni çıkış karşısında. Ağzımda birşeyler gevelemeye çalıştığımı hatırlıyorum ilim ve irfan sahibi olmanın önemine dair.
Fakat nafile, sözlerim beni bile ikna etmemiş olacak ki dostum tam hedeften vurmuş olmanın keyfiyle bakan gözlerini hazırlıksız yakalanmış gözlerime dikip, yaptığımız sadece felsefiyât, sadece tefelsüf. Aslında kendimizi kandırıp duruyoruz, dedi üstüne basa basa.
Neymiş? Hakikatmiş, yok ilimmiş, yok irfanmış, bütün bunların hepsi lâfazanlıktan ibaret. Elimizde kalan bir tek ızdırab ve hüzün. En iyisi aptalların arasına katılıp bu anlamsız hakikat arayışından, bizi böylesine mutsuz eden hakikat sevdasından vazgeçmek...
Bilirdim, sevgili dostum bunu hep yapardı ve aklınca damarıma basıp benim hâlimizi nasıl ve hangi yoldan savunacağımı iyice görmek isterdi. O da, ben de bilirdik ki hakikat sözkonusu olunca biz birbirimizi kandırmaya tevessül etmezdik. İsterdik ki hakikat, işimize gelmese bile, tüm ihtişamıyla, bütün çıplaklığıyla karşımıza çıksın ve bizi yerle bir etsin, biz bu sonuca en baştan razıydık. Çünkü bütün çabalarımız, nefsimizi, hakikatin onu incitemeyeceği şekilde terbiye etmek içindi zaten.
Temel kabulümüze göre, hakikat, hakikat ehlini incitemezdi, incitmemeliydi. Hakikatin hayaliyle (yalanla) bile karşılaşmayı göze alanlar, sırf sevgili yüzünü gösterdiği için, hiç ona gönül koyabilirler, hakikatin kendisinden ötürü ve dahî hakikat karşısında incinebilirler miydi? Hakikat bir nefsi incitiyorsa, o nefis için çıkılacak daha çok tepe var demekti.
Peçesini kaldırmak için elimi yüzüne uzattığım sevgili, elimi itmeyecek de aksine peçesini açmama izin verecek ve fakat ben onun cemalini görmekten ötürü pişman olacağım, işte bu şık, bizim defterimizde yazılı değildi. Bir kere söz vermiştik kendi kendimize: nârına da, nûruna da razı olacaktık, cemâline değil sadece, hayaline bile kavuşsak, çabalarımız boşa gitmiş sayılmayacaktı.
Ne var ki dostumun bu seferki salvosu diğerlerine benzemiyordu. Tereddütle hâlelenmiş gözlerim o konuşurken etraftaki masaların arasında dolandıkça, o bunu kendimden kuşkulanmaya başladığıma yoruyor, akıl ve zekânın değil, bilâkis gaflet ve hamakatın asıl mutluluk sebebi olduğuna dair öne sürmüş olduğu o güçlü tezin tarafımdan da çâr-nâ-çar kabul edileceğini umuyordu.
Bu sırada başka neler söylediğini, iddiasını temellendirmek için hangi derelerden masamıza su taşıdığını hatırlamıyorum bile. Tam olarak farkına varmış mıydı bilemiyorum, lâkin bu seferki atışı 12’den isabet etmişti.
Nefesim kesilmiş bir hâlde nefsime baktım, görünüşte dostum haklıydı. Kendimi gittikçe daha yalnız, daha çaresiz hissediyordum. Hakikate topluca yürünemeyeceğine, herkesin kendi hakikatine yine kendi başına ulaşması gerektiğine çoktan karar vermiştim bile. Üstelik bildikçe azalacağını umduğum ızdırabım yıllar geçtikçe daha da artmış, bilme çabalarım derdimi azaltan değil, artıran bir nitelik kazanmıştı. Okumanın, öğrenmenin sonu yoktu; hakkı verildiği takdirde huzur ve sükun sağladığı da söylenemezdi. Bir de ilmin dahî bir perde olduğu beyan edilmişti.
Her kapının kilidini açacağına, bütün karanlıkları ışığıyla aydınlatacağına, beni —elime geçirdiğim takdirde— yalanlardan, aldatmalardan koruyacağına inandığım ilmin kendisi bile en nihayet bir perdeyse, önümdeki onca perdeyi aralayacak olan başka ne vardı elimde?
Sadece bir hiç, hem de koskocaman bir HİÇ!
Güya yüksek hakikatleri ağızdan düşürmemek, büyük meseleler hakkında gürültülü lâflarla atıp tutmak, insanın kendisine sahte pâyeler vermesine neden olur çoğu kez. Okur-yazar tâifesinde ziyadesiyle tesadüf edilen gaflet ve hamakat alâmetlerinin başında da bu tür bir kibir hâli gelir sanırım.
Ne kibir değil mi, elde HİÇle kapı kapı dolaşmak?
Peki ya, şu çevre masalarda oturan kalabalıklar?
Gerçekten, ne kadar da çok hâllerinden memnun görünüyorlardı öyle. O güne mahsus bir durum muydu, yoksa sevgili dostumun atışları karşısında tereddüt anaforlarına gömülmüş bendenize mi öyle gelmişti, şimdi tam olarak kestiremiyorum ama hakikaten çevremizdeki insanlar sanki istisnasız, topluca memnun ve mesud görünüyorlardı hâllerinden.
İtiraf etmeliyim ki gaflet ve hamakat, o güne kadar hiç böylesine sevimli görünmemişti bana. Âdeta imrenmiş, içimden o kalabalıklara karışmayı bile geçirmiştim.
Ağzımdan belli belirsiz bir 'haklısın galiba' sözünün çıktığını hatırlıyorum.
Bu itiraf üzerine diğer masaların arasına karışmak amacıyla oturduğum iskemleden kalkmak üzere bir hamle yapmıştım ki arkamdan kuvvetli bir el omuzuma bastırıp beni yerime oturttu. Ben, bu da kim böyle, deyu arkama döndüm ve fakat kimseyi göremedim.
Hatırladığım tek şey, bu kâbustan kan ter içinde uyanmış olduğumdu.
Dücane Cündioğlu
21 Oca 2014
Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı
Hayatta kalabilmek için para kazanmak zorunda olan ve bunun için her sabah alarmla uyanan bizlere yaklaşık yüz yıl önceden şunları söyler Pessoa; Hayatta kalabilmek için nefret ettiğiniz işler yapacaksınız ve çalıştığınız her gün içinizdeki nefret biraz daha artacak. Git gide sadece yaptığınız işten değil kendinizden de nefret edeceksiniz. Ama bir taraftan da nefret ettiğiniz kendinizin varlığını sürdürebilmek için daha da hayvanca çalışmak zorunda kalacaksınız. Ve pek çoğunuz bu boktan varoluşunuzu sonlandıracak cesarete sahip olamayacağınız için, bu lanet paradoksun dişlileri arasında öğütüleceksiniz. Yaşam denilen hikayenin özeti bu işte.
20 Oca 2014
7 Oca 2014
5 Oca 2014
Küçükken en büyük eğlencem, üç dört balıklı akvaryumumuzu seyretmekti. Hayvanlara bayıldığımdan değil tabi, oldum olası her türden canlıyla mesafe koymaya çalıştım araya... Neredeyse her an uğultuyla çınlıyordu ev. Kardeşlerimin gürültüsünden nefret ediyordum. Havladıkları için sokak köpeklerinden, miyavlayıp durdukları için kedilerden, sürekli bağırdığı için babamdan, mütamadiyen ağladığı için annemden ve kaçıp gidemeyecek kadar küçük olduğum için kendimden nefret ediyordum. Balıkları seviyordum sadece. Çünkü hiç gürültü yapmıyorlardı. Bulduğum her kısa boşlukta nefesimi tutup, göt kadar akvaryumda salak salak yüzüşlerini seyredip mutlu oluyordum. Gitmek isteyip de gidememenin acısını ta o zamanlardan çok iyi bilirim..
Doğup büyüdüğü yere ait değil insan. Acı çektiği ya da çok mutlu olduğu yere de ait değil. İnsan, olmak isteyip de olamadığı yere ait. Şey gibi bir his işte bu. Çok, çok susamak gibi. Siz anlamazsınız bu hissi, bir tek o anlar..
Ali Lidar
3 Oca 2014
Her günü ayrı günah sayılacak o kadar zamanı birbirimizden habersiz yaşadık biz. Sonra merhamet etti Tanrı, bizi karşılaştırdı. Şimdi bu zamana kadar birbirimizde geç kaldığımız ne varsa izin ver hepsini tamamlayayım. O kadar çok boş konuştuk ki başka başka insanlarla artık bundan sonra edeceğimiz her laf teferruat. Sus.. Beni de sustur. Renkli elişi kağıtlarına hayallerimizi nakşedelim, farklı şekillerden aynı anlamları çıkaralım sonra. Sonra.. Sonrasının ne önemi var? Durma. Bende eksik olan ne varsa sende olanlarla tamamla..
Ali Lidar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)