Benim için yaşam yirmi yaşındayken bitti. Sonraki yaşamım uzatmalardan başka bir şey değildi. Loş karanlık, kıvrım kıvrım, hiçbir yere ulaşmayan bir koridor gibiydi. Fakat yaşamak zorundaydım. Her gelen günü tüm sahteliğiyle kabullenip yaşadım yalnızca. O günlerde birçok hata yaptım. Hayır, daha doğrusunu söylemek gerekirse, hatalardan başka bir şey yapmadım. Bir dönem, tek başıma kendi iç dünyama kapandım. Derin bir kuyunun dibinde tek başına yaşamak gibi bir şeydi. Dışarıdaki her şeyden nefret ettim, her şeyi lanetledim. Bir dönem de dışarı çıkıp yaşarmış taklidi yaptım. Her şeyi kabullenip duygusuzca yaşadım. Fakat tümü anlamsız şeylerdi. Hepsi göz açıp kapayıncaya kadar geçti gitti, arkalarında hiçbir şey bırakmadan. İçimdeki suçluluk duygusu ve açılan yaralardan başka.
1204 yılında 4. Haçlı orduları İstanbul’a yerleşmişler, Latin İmparatorluğunu kurarak hüküm sürmüşlerdir. Cenevizliler Karadeniz kıyılarında yerleşerek daha önceleri kurulmuş olan Diapolis, Herakliea, Amesus şehirlerinde ticaret ve deniz siteleri kurarak mevcut kaleleri onarmışlardır. Akçakoca’daki kale Ceneviz Kalesi olarak anılıyorsa da burası çok önce Yunan göçmenleri tarafından kurulan Diapolis şehrine aittir.1261 yılında Bizanslılar Latin hakimiyetine son vererek tekrar egemenliklerini ilan etmişlerdir..
Tanımışsınızdır. Evlerini sıcak bir yuva kılmamak için neredeyse özel çaba gösterenler vardır. Ne dışarısını severler, ne içerisini. Yakından bakınca anlarsınız;
yeryüzünde gurbette olduklarının derin bilinciyle ağır yaralanmışlardır. Kavgaları evle barkla değil, yaşamakladır!
Akkoyunlu hükümdarı Cihangirin oğlu Sultan Kasım tarafından tamamlanmıştır. Kasım Sultan halk tarafından sevilen, merhametli ve adil bir sultanmış. Onun halk tarafından bu kadar çok sevilmesini bir efsaneye göre amcası, diğerine göre ağabeyi çok kıskanır. Amca olan Uzun Hasan, yeğeninin kendisini öldüreceğinden korkarak Kasım Sultanı öldürür. Kız kardeşi Sultan Hanım ağıt yakar, feryat eder, ağlar, başındaki tülbenti kardeşine sarılıp ağladıkça kana bulanır.Sultan Hanım ağlarken başından çıkardığı tülbentini salladıkça, medresenin duvarları kan olur. Kız kardeş ağlarken dünya durdukça bu kan lekelerinin bu duvarlarda kalması ve insanlığa ibret olması için Allah'a yalvarır. Bu kan lekeleri hala medresenin duvarlarında dururmuş, yıkama ile de çıkmazmış.
Yine rivayetlere göre medresenin avlusundaki havuzda akan su tasavvufi bir betimlemeyi saklıyor. Suyun akışı ile doğumdan ölüme kadar insan hayatı ve sonrası simgelenmiştir. Çeşmeden çıkan su doğumu, döküldüğü yer gençliği, ince uzun oluk olgunluğu , suyun akış hızı yaşlılıkta zamanın ne kadar çabuk geçtiğini, akış şekli ise insanın hayatı boyunca kazandığı deneyimleri özünde sindirmesini simgeler, suların bir havuzda toplanması ölümü temsil eder. Suyun döküldüğü havuz mahşer yeridir. Herkes oraya gider. Havuzun alt kısmında ve üst kısmında birer çıkış olur su için. Üstten çıkan su cennete gidenleri, alttan çıkan su cehenneme gidenleri simgeler, ama ne olursa olsun akan her suyun Mezopotamya ovasına ulaştığı ve orada bir bitkiye can verdiği düşüncesi ile ölen her canlının da bir şekilde ovada can bulacağına inanılmıştır.
Kasımıye Medresesi'nde iklimlendirme, görsel vb mimari amaçlarla kullanılmasının yanında eğitim amaçlı da kullanılmıştır. Astronomi dersleri akşam havuz etrafında toplanılarak ve gökyüzünün su üzerindeki yansımasından faydalanılarak yapılmıştır. Kasımiye medresesi değişik bir mimari ile tasarlanmıştır, gün doğduktan sonra güneş batana kadar cephe önemli olmaksızın tüm derslikler güneş ışığından faydalanabilir. Dersliklerin kapı yüksekliği bir metreden biraz fazladır. Bu yükseklik özellikle tercih edilmiştir, öğrenci hocasının huzuruna girerken başını eğsin, hürmette kusur etmesin diye.
İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz, ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir O.
Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.
Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.
Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.
Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.
Zamanlarının büyük bir kısmını para kazanmak ve saklamakla geçiren insanlar, sonunda en çok istediklerinin satın alınamayacak şeyler olduğunu anlarlar.